Orhan Önçırak
Siyasi akımlar, özellikle bir alana yoğunlaşmış hâldedirler ve bu akımların önde gelen isimleri de sürekli olarak bu çerçeve içerisinde derinlemesine görüş belirtir, fikir üretir ve kendi perspektifinden çözümler üretmeye çalışırlar. Bu durum, bu kişilerin belirli alanlara daha rahat yoğunlaşabilmesine ve uzmanlaşabilmesine olanak sağladığından dolayı, fikir üretme noktasında bu kişilere ciddi bir kolaylık sağlar. Fakat biz Türk milliyetçileri olarak bu kolaylığa haiz değiliz ve olamayız da. Zira Türk milliyetçiliği, doğası gereği Türk milletinin bütün meseleleri ile ilgilenmek ve bunlara kendi bakışını ortaya koyacak incelemeler ve çözümler üreten bir öğreti külliyatı oluşturmak durumundadır. Genel olarak tüm dünyayı ilgilendiren meseleler de doğal olarak bizi ilgilendirdiği için bu kapsama girmektedir.
Bu noktadaki bir diğer zorluk da Türk milliyetçilerinin her türlü meseleye eğilirken mutlaka kendi karakterini ve “millîliğini” muhafaza etmek zorunda olmasıdır. Öyle ki, düşünce tarihindeki bir cereyanı doğrudan iktibas etmek ve Türk milliyetçiliği fikrinin kaynakları arasına dahil etmek, ithal ideolojilerin Türk milletinin bünyesinde “alerji yapması” ve ne kadar zaman geçerse geçsin benimsenememesi sonucunu doğurmaktadır. Öyleyse Türk milliyetçileri, bir meseleyi irdelerken ihtiyacı olduğunda düşüncenin kaynağını Batı’dan alsa bile, mutlak surette bu alıntılarını Türk milletinin değerleri süzgecinden geçirerek millîleştirmeli ve böylece millet tarafından benimsenmesini sağlanmalıdır. Türk milliyetçileri bunu yaparak hem medeniyetin ilerlemesi karşısında Türk milletinin geride kalmasına engel olacak hem de fikir hayatındaki Türk karakterini koruyacaktır.
Bu yazıda bahsedeceğim “kadın hakları” meselesi de, bahsettiğim meselelerden birisidir. Kadın hakları meselesi, 1792 yılında Wollstonecraft’ın “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi” eseri ile düşünce tarihinde kendine yer edinmeye başlamış, sonrasında özellikle 20. Yüzyılın ortalarından sonra “feminizm” adlı bir düşünce akımını meydana getirmiş ve birçok farklı kola ayrılarak ilerlemiş ve günümüze kadar gelmiştir. Bu mesele, dünyamızı son zamanlarda ciddi etkilemekte ve üzerine birçok fikir üretilmekte olan bir meseledir. Zira insanlık fark etmiştir ki dünyanın neredeyse yarısına tekabül eden büyüklükte bir insan topluluğuna haksız davranılması ve fırsat eşitliğinin sağlanamaması, medeniyetin ilerlemesinin önündeki büyük engellerden biridir. Her farkındalık gibi bu farkındalık da nispeten daha gelişmiş ülkelerde ortaya çıktığı ve gelişmeye başladığı için, bugün bu farkındalığın faydalarından milletimizin etkin bir şekilde yararlandığı söylenilememekle beraber, aksine zararlı olabilecek yorumlarının bile milletimize sirayet ettiği söylenilebilir. Öyleyse yazımın başında bahsettiğim gibi, Türk milliyetçilerinin milletimizi doğrudan ilgilendiren bu konu üzerine eğilmesi ve yine bahsettiğim gibi bunu kendi bakışını ortaya koyarak yapması ve millîleştirmesi bir zorunluluktur.
Öyleyse konu hakkındaki görüşlerimden kısaca bahsetmek istiyorum. Öncelikle, kadın hakları meselesi incelenirken her Türk milliyetçisi, Atatürk’ün “Bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer yarısının göklere yükselmesinin imkânsızdır” sözünü kendisine esas olarak belirlemelidir. Çünkü biz bu milletin “tamamını” göklere çıkarmayı arzuluyoruz ve dolayısıyla kadınlarımızın “topraklara zincirlerle bağlı kalmasını” engellemeliyiz.
Bu sözüme karşılık olarak okuyucuların bir kısmı kadınların günümüzde toplum hayatında zaten yer aldığını ve her türlü hukuki yolla erkekler ile eşit konumunun düzenlendiğini öne sürebilir. Evet, kadınlar bugün toplum hayatında yer almaktadırlar, fakat ne yazık ki eğitim seviyesi ve iş gücüne katılım konularında hâlen daha olması gereken oranlardan oldukça uzakta konumlanmaktadırlar. Ayrıca, hukuki düzenlemelerin var olduğu söylense de, bir düzenlemenin anlamını tam olarak kazanabilmesi için toplum nezdinde de açıkça onay görmesi gerekmektedir, ki bunu da söyleyemeyiz; zira, örnek verecek olursak her ne kadar kanunlar miras konusunda kadın erkek ayrımı gözetmese de, özellikle kırsal kesimlerdeki uygulamada bunun kağıt üzerinde kaldığını ve erkeklerin lehine olacak şekilde miras paylaşımının yapıldığını görebiliyoruz.
Dolayısıyla meseleye toplumun genelinin algısından başlanılması gerekmektedir. Toplumda ne yazık ki kadınların en çok öne çıkarılan özelliklerinin çoğu güzellik gibi kadınsı özelliklerdir. Burada, cinsiyetlerin çeşitli farklılıklarını engellememiz ve tek tipleştirmemiz gerektiğini veya kadınların güzelliklerine önem vermemeleri gerektiğini öne sürmüyorum, lâkin insan düşünebilen bir varlıktır ve bu ayırt edici özelliği aynı zamanda en önemli özelliğidir de. O hâlde insanlar birbirinin en “insansı” özelliğini takdir etmeli ve ilk olarak düşünceyi/aklı ön plana çıkarmalıdır. Çünkü insan, aynı zamanda teşviklere cevap veren, caydırmalardan kaçınan bir yapıya sahiptir. Toplum kadınların güzel, erkeklerin güçlü olmasını teşvik ettikçe ve aklın öne çıkmasını zımnen de olsa engelledikçe; cinsiyetlerin bu özellikleri öne çıkarmaya çalışması kaçınılmazdır. Üstelik, modern zamanlarda “güç” algısının sosyal statü, başarı vb. gibi kıstaslarla belirlenmesi, erkeklerin akıllı ve zeki olanlarını da toplum gözünde oldukça muteber hâle getirmiştir. Fakat ne yazık ki güzellik, düşünce ile ilgili bir özellik olmadığından dolayı kadınlarımızın önemli bir kısmı kendisine ilk hedef olarak güzelliği belirlemiş hâldedir ve düşünceye dayalı yönlerini çoğu zaman geri plana itmektedirler. Toplumca özendirilen yön bu oldukça da bunun değişmeyeceğini düşünmekteyim.
Aklı ve düşünceyi takdir etmek de oldukça açıktır ki, “takdir ediyorum” demekle yapılabilecek bir iş değildir. Eğitimde, işte ve geri kalan bütün alanlarda katılımı kısıtlamamak, hatta teşvik etmek veya en azından katılım konusunda istekli olan kadınlarımızın şevkini kırmamak şeklinde yapılabilir. Bu noktada “iğneyi kendimize batırma” düsturuyla hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Öyle ki, Türk milliyetçileri olarak genelde açık ara erkek çoğunluğu olan topluluklarımıza ve ağırlıklı eril söylemlerimize bir çekidüzen vermeliyiz. Zira Türk milliyetçiliği her Türk içindir, belirli özelliklere sahip erkeklerin tekelinde değildir. Her oluşumda mümkün olduğunca kadın katılımı sağlanmalı ve gerek tartışma gerekse karar alma sürecinde görüşlere eşit değer verilmelidir. “Sesi çok çıkanın tahakkümü”, kadınlarımızın Türk milliyetçisi oluşumlara katılma şevkini kırabilmektedir. Toplum genelinde birçok alanda olan şey de aslında budur.
Bahsedilen kadınların topluma “etkin” katılımının artması, dolayısıyla düşüncenin takdir edildiğinin somut şekilde davranışla belirtilmesi, zamanla toplumun bakışını da etkileyecek ve fırsat eşitliğinin tesisi yolunda toplumun bakışını olumlu hâle çevirecektir. Fakat ne var ki, günümüzde kadın hakları meselesinin savunuculuğunu yapan kesimlerin azımsanamayacak bir kısmı Batı’dan doğrudan ithal edilmiş bilumum aşırılıklara veyahut kadın hakları konusunun Marksizm’in içinde eritildiği Marksist-feminizm fraksiyonlarına prim vermekte ve kadın hakları konusundaki uygulamalar ile taleplerini bu çerçevede iletmektedir. Toplumdaki cinsiyet algısının bütün yönleriyle ve tamamen kalkması, kadınların erkeklerle “mülkiyetin olmadığı bir toplumda” eşit olacağı ve bunun sağlanması gibi istek ve taleplerin içerisinde kadın haklarına dair makul talepler âdeta gömülü kalmakta ve toplumumuz bu fikirlerin marjinal kısımlarına odaklandığından dolayı kadın hakları meselesini de -yanlış olmakla beraber- büyük ölçüde bunlarla birlikte değerlendirmekte ve çoğunlukla göz ardı etmektedir. Bu etkinin yansıması olarak da kadın haklarını savunmak isteyen insanlarımız bahsettiğim ithal radikal ideoloji akımlarına -neredeyse- muhtaç kalmaktadır.
İşte Türk milliyetçilerinin bahsettiğim millîleştirme görevi bu noktada devreye girmektedir. Kendi uzmanlık alanına göre her Türk milliyetçisi konunun tarih, sosyoloji, edebiyat, din ekseninde millî bir yorumlamasını yapmalı ve medeniyetin bugün geldiği noktayı, toplumumuzca makbul olan referansları kullanarak toplumumuzun fikir hayatına sunmalıdır. Böylece toplumumuz, bu konunun modernizmin getirdiği gayri ahlaki değişimlerden farklı, tamamen insancıl ve adil; ayrıca her anlamda ilerlememize mutlak surette katkı sağlayacak bir konu olduğunun ayırdına varabilecektir. Bahsettiğim toplumca makbul kaynakların oldukça yeterli olduğunu düşünüyorum. Zira her ne kadar kısaca kaleme aldığım bu yazıda etraflıca bahsedemesem de, Türk toplumunun ve kültürünün içerisinde kadın hakları, kadınların yeri ve önemi hakkındaki kabuller ve uygulamalar oldukça fazladır, birçoğu yalnızca gün ışığına çıkartılmayı beklemektedir. Bunları gün ışığına çıkarması gereken kişiler ise kuşku yok ki ilgili alanlarda uzman aydınlarımızdır.
Bahsettiğim çözüm önerileri ile toplumun bu konudaki hassasiyeti tesis edilecek ve farkındalık yaratılması konusunda Türk milliyetçileri tarafından ciddi bir adım atılmış olacaktır. Belki bu yazıda bahsettiğim hususlar meselenin tamamını kapsamamaktadır veya en iyi şekilde çözmek için tamamıyla yeterli değildir; fakat, şu noktada bizim yapmamız gereken şey jakoben bir anlayışla topluma dikte ederek sorunları bir süreliğine çözülmüş gibi göstermek değil, sorunun boyutlarını toplumun önemsediği kaynaklarla ilişkilendirerek anlatmak ve böylece toplum dinamiklerini medeniyet lehine harekete geçirmektir. Bunun için de fikirlerimizi ifade etmeli ve kamuoyu oluşturmak için adımlar atmalıyız. Ben de bu yazıda işte bu sebeple fikirlerimi böylece özetliyor ve bu vesileyle Türk milliyetçilerini kadın hakları konusunda daha ciddi hassasiyet göstermeye ve bu meselenin çözümü için derinlemesine fikir üretmeye davet ediyorum.