Enes Faruk Ertan-
Medeniyetle ilkellik arasında bir çizelge oluşturup Oblomov’u nasıl konumlandırdığımıza göre Doğu’nun da Batı’nın da yerini tayin etmeye çalışırken hep kızdığımız iki kutuplu dünya düzeninin tuzağına düşmeyecek, safları keskinleştiren ayrımcılığın oyununa kanmayacağım. Kendimce yakalayabildiğim benzerlikleri ve farklılıkları anlatmaya çalışırken başlı başına bir medeniyet yaratan Türk’ün varlığını ve kendi atmosferini tarife kalkışacağım. Bütün bu tespitlerin (eğer ki yapabilirsem) sonunda yorumu sizlere bırakıp aradan çekileceğim.
Romanımızın ana karakteri olan Oblomov, Gonçarov’un yarattığı bir Rus toprak ağası olarak nitelenebilir ancak onu aydın olarak görmek bazı sıkıntılar yaratacaktır. Çünkü onun kafası bir kitaplıktır ama ayrı ayrı ve hiçbiri tamam olmayan ciltlerle dolu bir kitaplık. İşte bu yüzden yarım kalmışlık ve yeniliğe direnç onun silüetinde vücut bulmuştur. Bütün bunlar da aydın olmasını engeller vaziyettedir.
Peyami Safa’nın “İnkılapçı olmayan bir milli yalancı bir millidir çünkü ölüdür.” sözünü buraya uyarlayabiliriz sanıyorum. Yeniliklere ayak uydur(a)mayan bir insan ölmüştür ki Oblomov’da da biz ölümün bu halini görmekteyiz. Onun asil heyecanları vardı ama hiçbir şey yapmadı. Tercihi buydu. Öğrendiği soyluluk, yaşadığı beyefendilik bu minvalde ilerlediği için hayatta da tabiri caizse gerçek olmadı, olamadı.
Yaşarken ölmenin ne olduğunu bize gösteren bir hayat süren karakterimiz ek olarak potansiyelinin derin olduğunu anlatırcasına birçok kanıt da bıraktı. Değer verdiği insanların zorlamasıyla kendini ciddi manada yorabilecek meşgalelere günlerini hatta haftalarını ayırabiliyordu. Çalışmak tembihlendiğinde kahramanımız bir ödev bilinciyle işine koşabiliyordu. Fakat bunlar geçici bir uğraş alanı yaratmaktan öte geçemeyip gerçeğe bürünemiyordu.
Bütün bunlara rağmen Oblomov’umuzun kalbi hiçbir zaman kirlenmedi. O zorluk gördü, donakaldı, uyuştu, yaşama gücünü yitirdi ama dürüstlüğüne ve iyi yüreğine bir leke kondurmadı. Hatta beni şuna inandırabildi: Dünya felaketler arenası olsa, kötülük kötülük üstüne yağıp da şu alemi mahşere döndürse onun ruhu yine pırıl pırıl kalırdı. Ancak bunlar onun kadere razı gelişini, teslimiyeti bir ibadet bellemesini anlamlandırmama yetmedi. O, hayatı; iş, hastalık, para kaybı, kavga gibi tatsız ve yersiz olaylarla bozulan bir uyku ülkesi olarak görüyordu. Ve bekliyordu.
Bir şeyleri bekliyordu, ölümü yahut aşkı bekliyordu. Bu bekleyiş her geçen dakika onu eritiyor, için için varlığını kemiriyordu. İlaveten yaşadığı hareketli zamanlardan sonra ise yine başka bir bekleyiş macerasına atılıyordu. Hatta biliyorum ki Oblomov’un kaderini bu sözcük oluşturuyordu: ‘Bekleyiş’
O, sonraki öğünde ne yiyeceğini ya da gelecek mevsim cebine kaç para gireceğini veya yaşadığı evin sorunlarını düşünmüyor, düşünmemeyi tercih ediyordu. Öyle bir tercihti ki bu aç kalınca, sefalete düşünce bile o asil duruşunu bozmuyor; kendi yerine başkalarının bunlarla dertleneceğini biliyor ve bunu bir gereklilik olarak görüyordu.
Mesela romanda Batılı’yı temsil edebilecek bir karakter olan Ştoltz hep düşünürdü. Sorunları, çözümleri, dertleri, tasaları düşünürdü. Tespitini yapar ve ona göre işe koyulurdu. Gözlerini kapatıp uçuruma atılmak ya da belki deviririm diye duvara saldırmak onun harcı değildi. Duvarı veya uçurumu ölçer, hakkından gelemeyeceğine inanırsa kim ne derse desin sırtını döner giderdi. Fakat Oblomov’umuz… O bir problem varsa tespite kalkışmazdı, analize girişmezdi. Yok sayardı. Basit çözüm. Ancak bu yok saymak klasik bir gözardı etmek mahiyetinde değildi. Yani tembellik deyip geçiştirebileceğimiz bir olgu olarak karşımıza çıkmıyordu. Batılı uçurumdan atlayamıyorsa Doğulu atlardı. Doğulu düşünürdü, sorunun çözümlemesini yapar ama kale almazdı.
Hayat hayaller dünyası olsa, uygulamalara gerek kalmadan sadece kafamızın içindekilerle yaşamımızı sürmemize imkân tanınsa işte belki o zaman Oblomov başarırdı, gerçek olurdu. Ancak pratiğe dökülmeyen teorinin ne derece yetersiz ve etkisiz olduğunu bilmeyen ya da görmezden gelen karakterimiz şahsına münhasır bir tavır ortaya koyuyor ve işte bu noktada Oblomov’u klasik Doğulu tiplemesinden biraz ayrı ele almak gerekiyor.
“Türk halkı, toksun. Acıkacağını ya da doyacağını düşünmezsin. Bir doyarsan, tekrar acıkacağını düşünmezsin.” diyerek adeta Türk milletini azarlayan Bilge Kağan’ın dikkat çektiği nokta da buydu. Rahata alışmamayı salık veren o Kağan belki de Oblomovluk’tan muzdarip olan Türk ulusunu kurtarmayı kendine vazife saymıştı. Fakat pek de tutmadı. Ne yaptıysa bu hakanlar, başbuğlar, aydınlar halkı çalışmanın gerekliliğine inandıramadı. Bakın çalışmıyor demiyorum. Türk ulusu çalışır, çalışmasını bilir fakat bunun zaruri olduğuna inanmayabilir. Tehlike buradadır. Şarklılıkla da garplılıkla da açıklanamayacak bir halet-i ruhiyedir bu. Esasen Oblomovluk da buna açıklama getirecek bir nitelikte değildir.
Bu anlayışın uzantılarını günümüzde de rahatlıkla görebiliyoruz. Devleti baba saymamız, mukaddes görmemiz belki buradan geliyor. Korumakla, kollamakla yükümlü olan bir müesseseye bu şekilde kutsallık yüklememiz korkmamızla sonuçlanıyor. Hâlbuki devlet korkutmaz!
Millet milletliğini unuttuğu sürece ortadaki bu garip mekanizma tek taraflı çabayla düzelmez. Zamanın geçişine, ömrün boşa harcanmasına, iyi kötü hiçbir iş yapmayışa, bir ot gibi yaşamaya hayıflanmayan insan yığınları eleştirilmedikçe onların yerine daha iyileri gelmez. Umutlar çoğalmaz.
İşte meseleyi bu noktaya indirgediğimizde anlıyoruz ki medeniyet ya da uygarlık dediğimiz ulvi kavram coğrafyayla ölçülemez, onun parametresi zihinlerdir. Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti. Yeni bir değer, bir dil, bir nezaket sahası inşa etmek uğruna çıktığımız bu yolda sadece eleştirmekle kalmayacak, farklı bir vizyonun sözcüleri olma sorumluluğunu da üstleneceğiz. Bunu da şark, garp laflarının hilelerine kanmadan yapacağız.
Mesele Oblomov olmama meselesidir. Doğusu batısı yok. Yani tabii biliyoruz ki çağdaşlık, gelişmişlik falan batıya gittikçe karşımıza çıkar. Ancak her şeyi mesele edinen bir toplum olarak bir de şöyle bir gayemiz olsun diyorum: Doğuyu, batıyı, kuzeyi, güneyi önemsemeden çalışmanın büyüklüğünü bilelim. Erdemin, dürüstlüğün yüceliğine inandığımız bir mentaliteyle Türk’ün varlığını müstakil olarak ortaya koyalım. Bir şeyler ekleyelim, başka bir şeyleri de çıkaralım. Yorum getirelim, düşünelim. Gayret edelim, deneyelim. Çabalayalım yahu en azından, miskin miskin oturmayalım. Anadolu’nun öz evladı Yunus’un da dediği budur aslında.
“Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu alem birdir bize”
2,723 Toplam Görüntülenme