Hilal Süyümbike Maraş
Gözlerimi açtım. Bir tarafımdaki geniş yapraklı ağaç ve diğer tarafımda boş kalmış bank arasında ayakta gözlerim kapalı ne kadar durmuştum, hatırlamıyorum.
“Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında hâlis ve tam bir ahenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görünür”* diye yazmıştı Yahya Kemal, “Âziz İstanbul” unun ilk satırlarına. Bense karşımdaki bu müthiş manzarayı gözlerimle seyre doyduktan sonra vücudumun her zerresiyle hissetmek istemiş, ilkbaharda açan ve hisarı bir gelin gibi süsleyen erguvanların hışırtısını dinlemiş ve İstanbul baharının rüzgâr estiğinde serin, esmediğinde ılık o güzel havasını ciğerlerime çekmiştim. Zira bir manzara sadece gözle seyredilmez.
İstanbul’da en çok nereyi seversin diye sorsalar belki cevap veremem ama her İstanbul seyahatimde mutlaka ziyaret ettiğim, etmediğimde seyahatimi yarım kalmış saydığım iki yeri söyleyebilirim. Biri burası, Rumeli Hisarı; diğeriyse Fatih Sultan Mehmet’in kabridir. Nedendir bilmem ama hisarın girişinden yukarıya doğru kâh merdivenle kâh toprakla giden o yokuşu tırmanıp bu düzlüğe ulaşınca sanki İstanbul’uma -ancak o zaman- kavuşur gibi oluyor ve Yahya Kemâl’in gördüğü vatan tablosunu ben de görüyorum. Hâlbuki hisarın hemen yanı başında Âşiyan Mezarlığı’nın hemen üzerinde adeta bir kuş gibi tepeye konmuş Tevfik Fikret’in küçük konağının bahçesinden belki daha büyük bir manzara seyrediyor ama o vatan tablosunu göremiyorum. Zira bu hisar öyle bir hisar ki, harcı bir fetih ülküsüyle yoğrulmuş ve her bir taşı azimle, terle, emekle konmuştu. Vatikan, Romalılar, Cenevizliler ve daha nicesi, işte o zaman 21 yaşındaki bir Türk sultanının dehasına ve yüzlerce yıllık bir milletin cesaretine dehşetle şahit olmuştu. İstanbul’un fethinden kısa bir süre önce inşa edilen ve belki az bir kısmı günümüze ulaşabilmiş bu hisarı her adımlayışımda bir zamanlar kuşbakışı “sağ kulesinden kıyının sol duvarına kadar kûfî hatla çizilmiş bir Mehmet”* olduğu aklıma gelir. “Hem de görünüşünü Mehmet ismini miminden dalına kadar şen şatır tarif eder.”* Bu fikir, imardaki bu zarif detay, Sultan Mehmet’in kibrinden değil, bu şehrin aşkını yüreğine ilk koyan o meşhur hadisin sahibinin(s.a.v.) adındandır. Sadece onun değil, bu şehri fethetmek isteyen birçok Müslüman komutanın da yüreğine ateşi ilk bu hadis düşürmüştü. Fakat İstanbul aşkı öyle bir aşktır ki “Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni” lafzını haklı çıkarırcasına onu almak isteyen birçok komutanı ve askeri alıkoymuştu. Belki binlercesi şimdi İstanbul’un o aziz topraklarında birer zerre. Zaten aşk da bu değil midir? Sahip olmak değil, uğruna zerre olmak…
Fatih Sultan Mehmet de Konstantinopolis’i vatana aşkla katmıştı. İşte o aşk, bu şehri sanki ezelden beri Türk’ün ve İslâm’ın topraklarıymışçasına “İstanbul” yaptı. “Eski Bizans harabesinin üzerine kurulan Türk İstanbul selefinden bambaşka bir hüviyetteydi ve yalnız kendini kuran milletin milliyetinin bir ifadesi gibiydi” demişti o büyük âşık.* Zira Sultan Mehmet’i Fatih yapan topraklarına toprak katması değil, kocaman bir medeniyeti adalet ve hoşgörüyle kucaklayıp Türk’ün ruhundan üflemesiydi. Fethi, fetih yapan, o zamanlar bir kızılelma haline gelmiş Ayasofya’nın kapılarının herkese açılarak minarelerinden ezanın yankılanmasıydı. Öyleyse İstanbul’a her gelişimde bu şanlı hükümdarı ziyaret etmeden ve bir Fatiha olsun okumadan gitmek nankörlük değil de nedir? Bu âşık sultan, milletini İstanbul’a lâyık görmüş ve bize onu yaşatmışsa bir teşekkür olsun borcumuz yok mudur?
Yalnız o değil, bu toprak parçası uğruna baş koyanlar için Yahya Kemal şöyle der: “Bu şehitlerin mezar taşları dursalar, onun yerine bizim gibi fâniler fenâyab olsalar daha iyi olurdu” ve ekler: “ Çünkü o taşlar Türk nesillerine bizlerden fazla hayat verebilirler.”* Âh İstanbul, aziz İstanbul, Türk İstanbul… Keşke, asıl ziyaret edilmesi gereken yerlerinin mezarlıklar olduğu bilinseydi. O dedelerimiz ki, yaşadıkları şehirlerin en güzel en seçkin yerlerine mezarlıkları inşa etmeleri boşuna değildir. Hem sadece onlar değil İstanbul’un yabancı misafirleri, sanatçıları ve seyyahları Türk mezarlığına olan hayranlıklarını kâh gravürle kâh yazıyla ifade ettilerse, bunun altında bir sebep aramak lazımdır. Zira o zamanlar Türk vatanında kabristanlar, şimdiki gibi korkulan ve dışlanan yerler değil aksine hayatla iç içe, gündelik yaşantıya kabul edilen yerlerdi. Kabirdekileri yalnız bırakmayan uzun ve görkemli serviler bir maziyi fısıldar, edebi ve mimari bir sanat eseri haline gelmiş mezar taşları bir medeniyetin üstünlüğünü haykırırdı. Nefesin bir saniyelik olduğunu anlatırdı kabristanlar esasında, bir hayatın biteceğini değil, yeni bir hayatın başlayacağını hatırlatırdı; ölümü kasvetinden böyle temizlerlerdi. Türk mezarlıkları, Türk’ün dünyaya tamah etmeyişinin, yüce bir kudreti kabullenişinin ve bu yolda hizmet edişlerinin en hakiki deliliydi. Tıpkı Âşiyan’da, servinin gölgesinde, kendi kabrinin taşını süsleyen o meşhur dizelerin sahibinin yazdığı gibi:
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.*
Âşiyan, Yahya Efendi, Karacaahmet, Eyüp ve Bülbülderesi… Buraları ziyaret ettiğim zamanlar elimde bir şemsiye olduğunu hatırlıyorum, kabir ziyaretlerim daima yağmurlu bir havaya denk gelmiştir. Bu hatıralarım belki de hayatımın en huzurlu en mutlu dakikalarıdır. Sessizlik, yağmur ve İstanbul… Evet, hisardan sonra İstanbul’u en iyi mezarlıklar anlatır.
Kâtibim türküsü, şöhretini sadece güfte ve bestesinden değil hakikatinden de alıyordur mutlaka. Zira yağmur, beni İstanbul’da sadece kabirlerde değil Üsküdar’da da yakalamıştır. Kabanımın üzerinde kollarımı kavuşturmuş, geliş amacıma hiç de uygun olmayan sokaklara tırmandığım o soğuk kış gününde hangi akla hizmet şemsiyemi yanıma almamıştım hatırlamıyorum. Adeta tırmanmıştım, zira Üsküdar’ın doğası böyledir. Bu yokuşlar ve inişler gibi hayatın doğasının da meşakkatler ve şükürlerle dolu olduğunu hatırlatır. Lâkin yormaz bu yokuşlar, çünkü Üsküdar mihmandarlığıyla ünlüdür; konuk etmeyi sever. Hem güzel de ağırlar. Eh, İstanbul’un tevazusunun taşıyıcısı olmak kolay değildir.
Kız Kulesi’nden itibaren, soluma o gümüşî ve fırtınalı Marmara denizini alarak yürüdüğümde Türk’ün her canlıya olan merhametini ve sevgisini duvarlarının kenarlarında taşıdığı kuş yuvalarıyla gösteren, Mimar Sinan’ın en efsunlu eserlerinden olan Mihrimah Cami muhakkak bir dinlenme durağım olmuştur. Kendisi ve önündeki çeşmesiyle birlikte İstanbul siluetinin en bilindik simalarından olan bu caminin Edirnekapı’daki adaşı pek bilinmese de, aslında mimari açıdan kendisinden çok daha üstün olduğu söylenir. Yine Mihrimah Sultan’ın merdivenlerinden inip, Fethi Paşa Korusu’na kadar giden bu huzurlu deniz yolunu defalarca arşınlamışımdır. Genelde de bu mesafeyle yetinmeyip Anadolu Hisarı’na kadar yürümüşlüğüm vardır. Zira Kuzguncuk’un ekmek ve çörek kokularıyla dolu, adeta bir çiçek buketi gibi intizamlı ve rengârenk sokaklarını görmeden güzellik tanımlanamaz. Sadece o mu? Çengelköy’de bir çay içilmeden, Kandilli iskelesine çıkılmadan, Kuleli Askeri Lisesi’nin önünden geçilmeden İstanbul görülmüş sayılmaz. Yolun daha da ilerisine gidildiğinde, adeta bir masal gibi dinlediğimiz o eski sefa günlerinin yıldızı Göksu’yu artık göremesek de Küçüksu Kasrı’nın bahçesinde gezinti yapmak, kendisinden asla usandırmayan Anadolu sahilleri yürüyüşüne çıkmak için yeterli bir sebeptir.
Anadolu, İstanbul’un sade ve saf güzelliğini taşısa da, İstanbul diyince akla ilk Avrupa gelir. Şöhretini ve gösterişini yansıttığından olsa gerek saraylar kıtası Avrupa, daha çok sevilir ve bilinir. Topkapı buradadır, Dolmabahçe ve Beşiktaş Sarayları yıllarca payitahtın idaresini bu kıtadan yapmıştır. Lâkin Gülhane’si bir başkadır. Yıllar boyu cihan hükümdarının has bahçesi olmuş türlü türlü çiçeklerle, lalelerle ve ağaçlarla bezeli bu park, sarayın taşınmasının ardından bakımsız kalıp gözden düşse de günümüze ulaşan çok küçük bir kısmı bile insanoğlunu büyülemeye yetmiştir. Bundan 3-4 sene evvel, Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri isimli kitabını okuduğum sırada buraya gelmiş, gül pembesi renkte bir gökyüzü altında, karanlıkta, burada dakikalarca yürümüştüm. Dakikaları saatlere çevirmeme, akşamın geç saati ve hızlanmaya başlayan yağmur engel olmuştu. Hâlbuki Gülhane’nin hemen kenarındaki yokuştan Soğukçeşme Sokağı’na uğramayı, eskinin asaletini hiç bozmadan korumuş, yan yana sıralı bu nadide evlerin gece halini görmeyi çok isterdim. Zira gün ışığında buraların öyle bir curcunası vardır ki İstanbul’un kendi sesini duyamazsın. Bu sefer de onun heyecanına ve telaşesine katılırsın. Arada ben de Arasta Çarşısı’nın dokuma kilimlerini, pahalı ipeklerini ve çeşit çeşit kumaştan dikilmiş kaftanlarını satan satıcıların neşesine, bazen de sitemlerine, turistlerin hayretlerine konuk olmuşumdur. Arasta’nın etrafından dolaşıp At Meydanı’na çıktığımda karşımda bütün heybetiyle Sultan Ahmed yükselse de benim gözüm daima arkamda kalan Firuzağa Camisi’ndedir. Bu tramvay yolu kenarında kalmış, kendini pek belli etmeyen camiyi hep çok sevmiş, genelde namaz için de burayı tercih etmişimdir. Çeşit çeşit baklavaların tatlıların ve kebapların olduğu caddeden yukarı doğru çıkarken sağda kalan Türk Ocağı’nın bahçesinde çay içmeden, Türk büyüklerinin kabirlerini ziyaret etmeden ve diğer bir harika cami Nuruosmaniye’nin sükuneti ve tevekkülü önünde eğilmeden bu meşhur meydanı terk etmek ayıptır. Hem buradan Beyazıt’a çıkıp, eski Hakkaklar Çarşısı’nın yıllanmış ihtiyar çınarının sohbetini dinlemeden ne bozasıyla ünlü Şehzadebaşı’na ne de heybetiyle meşhur Süleymaniye’ye gidemezsin. İstanbul’un böyle usulsüzlüklere tahammülü yoktur.
Ne de uçsuz bucaksızsın İstanbul… Seni sen yapan bir milletin tüm özelliklerini her türlü semtine ne de ölçülü serpiştirmiş ve bunlarla tüm vatan şehirleri için bir örnek teşkil etmişsin. Mazinin köklerini saraylarına, bahçelerine ve kalelerine ne de sımsıkı sarmış, hürmetini kabristanlarda yaşatmış, merhametini camilere yollamış, tüm şehirlerin kıskandığı güzelliğini ise Boğaziçi’ne vermişsin. Sana âşık olmayan sevgiyi hiç tatmamış, kendini ve vatanını hiç tanımamış demektir. Şimdi burada, her bir semtini tek tek anlatmaya, seni tanımaya ve tanıtmaya sayfalar yetmez. Zira “sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer”…*
* Yahya Kemal’in çeşitli şiirlerinden ve yazılarından yapılmış alıntılardır.