Bireyin Nevrozundan Uygarlığın Nevrozuna

Hilal Süyümbike Maraş

Bir varmış bir yokmuş. Thebes’in kralı Laios ve kraliçesi Jokaste’nin bir oğulları olmuş.  Oğullarının bir gün büyüyüp babasını öldüreceğine dair kehaneti duyan kral ve kraliçe, bebekleri doğar doğmaz onu bir dağa bırakmış. Ayak bilekleri delinmiş ve içinden bir kayış geçirilmiş bu bebeğin adı “Oedipus” olmuş. Gel zaman git zaman başka bir ülke krallığı bebeği bir çoban vasıtasıyla bulmuş ve evlat edinmiş. Fakat Oedipus büyüyünce bu gerçek açığa çıkmış ve kendi ailesini bulmak için yollara düşmüş. Yolculuk sırasında tanımadığı ve bilmediği babası Laios ile karşılaşmış ve tutuştukları bir kavgada babasını öldürmüş. Nihayet Thebes’e vardığında bilgeliği ve kahramanlığıyla ün kazanmış ve halk onu kral yapmaya karar vermiş. Kraliçe Jokaste yani annesi ile evlenen Oedipus, yıllar sonra acı gerçeği öğrendiğinde gözlerine iğne batırarak kendini kör etmiş.[1]

Yunan mitolojisine ait bu trajedi, nöroloji doktoru olarak bildiğimiz Sigmund Freud’un “Oedipus Kompleksi” olarak adlandırdığı teoriyle ün kazanmıştı. Freud, nevrozların kökenine inerken kullandığı birçok kuramı, bu teoriyle temellendirdi ve açıklamaya çalıştı. Kişinin nevrozunun uygarlığın gelişimini nasıl etkilediğini ve aralarındaki ilişkiyi incelemeden önce belirli tanımlamaları yapmamızda fayda var.

Nevroz, ilk ortaya çıkışından itibaren günümüze kadar gelen süreçte kullanımı epey değişen bir kelimedir. İlk defa 1776’da Hollandalı hekim U. Gullen tarafından önerilen nevroz kelimesi, başlarda temellendirilemeyen sinir hastalıkları için kullanıldı. Günümüzde ise nevrozlar; sinir sisteminin fonksiyonel bozukluğu sonucunda ortaya çıkan, çeşitli nörolojik ve psişik belirtilerle, bu çerçevede, duygusal değişim, fiziksel ve ruhsal yorgunluk, somatik şikâyetler ve başka bunun gibi patolojik durumlarla ortaya çıkan hastalıklar olarak tanımlanmaktadır.[2] Bu anlam değişimine şüphesiz en önemli katkılardan birini sunan Sigmund Freud’un yapısal kuramına göz atarsak altbenlik(id), benlik(ego) ve üstbenlik(süperego) kavramlarıyla karşılaşırız. Altbenlik dediğimiz id, bireyin dünyaya geldiği ilk anda var olan ruhsal kısımdır. Haz ilkesinin ve içgüdüsel dürtülerin geçerli olduğu bu kısım tamamen bilinçdışı ve kuralsızdır. Altbenliğin dış dünyayla iletişimi sonucunda benlik yani ego ortaya çıkar. Egoda haz ilkesi değil gerçekçilik ilkesi işler ve uyum esastır. Üstbenlik dediğimiz süperegoda ise artık, toplumsal değerlerin ve yüksek standartların kontrol ettiği, korku, suçluluk ve pişmanlık duygularının öne çıktığı bir benlik katmanını görürüz. Birey, bu üç katman arasında denge kuramadığında dış dünyadaki farklı şiddetteki uyaranlara karşı doğru tepkiyi veremez ve bunun sonucunda anksiyete dediğimiz kaygı ve devamında nevrozlar oluşur.

Uygarlıklar işte tam da burada, üstbenlik çatışmasında karşımıza çıkar. Uygarlığın dayattığı kurallar ve yasaklar sisteminin sanatı, bilimi ve felsefeyi geliştirerek oluşturduğu medeniyetle birlikte temiz, edepli ve uygar insanı inşa etmesine karşın, insanın iç çatışmalarına bir çözüm sunamadığı ve devamında insan ilişkilerini de eskiye nazaran ileriye taşıyamadığını düşünür Freud. Totem ve Tabu adlı eserinde de ilkel insanların yaşam tarzını ve alışkanlıklarını inceleyerek ahlak ilkelerinin ve temel yasakların kökenine inmeye çalışır. Darwin’in evrim teorisinden etkilendiğini bildiğimiz Freud, insanların atasını hayvan olarak kabul eder ve ilkel kabilelerde şimdiki dinsel ve toplumsal kurumların yerini alan sistemi; totemizmi, çeşitli antropolog ve sosyologlardan destek alarak inceler. Nihayetinde totemizmin içerdiği kural ve yasakların temel dinamiklerinin, dinlerin insanlara sunduğu ilkelerden çok farklı olmadığı sonucuna varacaktır.

Söz konusu ilkeleri ruhsal çatışmalara dayandıran Freud, “ambivalans” (duygu ikircikliği) kavramının üzerinde durarak çok sevilen kişiye veya nesneye içten içe düşmanlık beslenildiğini[3] söyler. Totemizmde ve devamında dinlerde, kutsal olandan hem korkulması hem de saygı duyulmasını bu bağlamda değerlendirir. “Nerede bir yasak varsa o yasak eylemi gerçekleştirmeye yönelik bir istek vardır”[4] tezini de, ensest isteklerin ve öldürme dürtüsünün ne kadar güçlü olduğuna dair bir kanıt olarak sunar. Kanıtlardan bir diğeri de yazının başında bahsettiğimiz Oedipus mitindeki babayı öldürme ve anneyle evlenme unsurlarından etkilenerek adlandırdığı Oedipus Kompleksi’dir. Freud’a göre ilk kabilede, erkek çocuklar, gücü ve kadınları elinde tutan zorba babaya karşı ayaklandı. Hepsi bir olup babayı öldürdü ve etini yedi. Hem kıskanılan hem de saygı duyulan babanın etini yiyerek, hepsi onun gücünü paylaştı. Bunu ilk totem yemeği olarak nitelendiren Freud, erkek kardeşlerin ambivalansında “nefret” kısmını tatmin etmiş olarak kabileye döndüklerinde hayranlık ve sevgi kısmının ön plana çıktığını ve böylece derin bir pişmanlık yaşadıklarını söyler. Hepsinin bir olup işlediği bu günahın ardından aralarında da kavga başlamış ve böylece hiçbiri babanın yerine geçememiş ve kadına (anneye) sahip olamamıştır. Bu suçluluk bilinciyle öldürülen baba, daha güçlü bir konuma yükselir ve totemleşir. Erkek kardeşler, totemi öldürmeyi ve kız kardeşlere-annelere el sürmeyi yasaklayarak babalarına yaptıklarıyla oluşan suçluluk hissini telafi etmeye çalışırlar.[5] Freud’a göre totemizmin ve devamında dinin esasları buna dayanır ve dahi Hıristiyanlık’ta Tanrı’ya “baba” olarak seslenilmesinin temeli de buradadır: “Toplum, bundan böyle birlikte işlenen cinayette herkesin suçlu olduğu, din suçluluk bilinci ve bunun yol açtığı pişmanlık, ahlak ise kısmen bu toplumun içerdiği zorunluluklar, kısmen suçluluk bilincinin gerektirdiği kefaretler temeline dayanacaktır.”[6]

Şu ana kadar anlattıklarımızı toparlayarak bireyin nevrozuyla uygarlığın nevrozunu karşılaştıralım. Freud’un yapısal kuramında bahsettiğimiz altbenlik, ego, üstbenlik katmanları yalnızca bütünün parçalarını değil süreci de ifade eder: Bir bebek, dünyaya ilk geldiğinde sadece kendisini ve isteklerini tanır. Bilinçli olmayarak kural tanımadan hazlarının doyurulmasını ister ve onun bu narsistik gereksinimlerini doyuracak varlık; “anne” ilk sevi objesini oluşturur. Zamanla dış dünyayı tanır ve yaşamın güçlükleriyle karşılaştıkça annenin işlevi daha güçlü olan babaya geçer. Bu ilişkide de saygı ve korkunun hâkim olduğu bir ambivalans süreci vardır. Çocuk, daima babanın koruması altında kalamayacağını anladığında, korunmak için babadaki özellikleri dış güçlere geçirir ve böylece dış dünyaya uyum sağlamak için onu kontrol edip sınırlandırabilen, korkusundan sevgisini kazanmaya çalışacağı Tanrılar yaratır.[7] Nasıl ki birey, toplumda çözümleyemediği travmatik yaşantılarını “nevroz” olarak adlandırdığımız çeşitli semptomlarla bilinçaltına itiyorsa, uygarlıklar da doğa güçleri ve insan toplulukları arasında kuramadığı dengeyi ve sorunlarını dinleri yaratarak bastırmaya çalışmıştır. Bir bakıma uygarlığın nevrozu dindir.

Sigmund Freud, sanılanın aksine dinin ve Tanrı’nın yokluğunu ispata çalışmaktan ziyade, din ve Tanrı’nın olmadığı bir kabul üzerine kuramlarını geliştirmiştir. Kendi içinde tutarlı ve mantıklı olan bu sistemde Freud’un tek başına temel aldığı nokta insanın haz ve dürtüleridir. Ona göre, insanlık, Tanrılara inandığı bu dönemi atlatacak ve tıpkı bireyin ruh yaşantısında olduğu gibi babadan ayrılacaktır. İnsanlığın en olgun haline ulaşmak için nevrozun fark edilmesi; dinin tanrısal olmadığının kabullenilmesi gerekmektedir. Freud, uygarlığın yükselişinde dinsel nedenlerin atılarak yerine dünyevi değerlerin geçirilmesi hususunda, okuyan ve düşünen insanların problem oluşturmayacağı ama toplumsal yasalara uymak için dine ihtiyaç duyan kesimin bundan etkileneceğini yazmış, bunun çözümünü ise bu kitlelerin olabildiğince sert bir şekilde baskılanması ve gerektiğinde düşünsel bakımdan uyanmalarını sağlayacak tüm fırsatlardan uzak tutulması olarak belirtmiştir. [8]

Elbette Sigmund Freud’un 1856-1939 yılları arasındaki yaşamında, dönemin şartları göz önüne alınmadan çalışmaları için objektif bir değerlendirme yapılması mümkün değildir. Rönesans’ın ardından gelen “aydınlanma” ve bilimdeki gelişmelerle birlikte ortaya çıkan kilise karşıtlığı ve akılcılığa verilen önemin maddeciliği getirdiği; Charles Darwin, Karl Marx gibi düşünürlerle materyalizmin öne çıkarıldığı bir dönemden bahsediyoruz. Bu ekolü takip eden Sigmund Freud, hem insanı çözümleme hem de ruh hastalıklarında bir tedavi yöntemi olarak gelişecek olan psikanalizi kurmuş, özellikle nevrozun tedavisi üzerine kafa yormuştur. Freud’un psikanalizi, psikiyatriyi pozitif bilimlerin dar çerçevesinden çıkarmış; sosyoloji, antropoloji gibi birçok alanla iç içe hale getirmiştir. Ancak günümüzde önemi anlaşılan metafiziği göz ardı etmesi ve deterministik bakış açısı insanda aklın ve iradenin oluşumu gibi önemli noktaları yok saymasına ve bu sebeple ahlaki yasaların oluşumuna sadece tecrübeler ve insanın arzuları gibi dar bir kapsamda bakmasına sebep olmuştur. Aynı zamanda, Freud, insanın atasının hayvan olarak kabulüyle birlikte insan ve hayvan arasındaki temel farklara gereken önemi vermemiştir. Zira hayvanlarda haz ve kaçınma hallerinde içgüdü ve dürtüler rol oynarken, insanda düşünmeyle birlikte yapılan tercihler söz konusudur.[9] Filozofların ahlâk üzerine yazdıklarına baktığımızda, Freud’un yapısal kuramının (id,ego,süperego) karşısına Aristoteles’in “entelekheia”sını ve Farabi’nin arzu-öfke-akıl katmanlarından oluşan “nefs” kavramını koyarsak, insan eylemini keşfetmek için başvurmamız gereken nefsin akıl katmanı bize “akla uygun işi” ve devamında temel ahlâk yasalarını gösterecektir. Freud’un göz ardı ettiği bir diğer nokta altbenliği egodan ve üstbenlikten tamamen ayrı ve özsel kötü olarak yorumlamasıdır. Filozofların söz konusu kavramlarında ise insanın içinde özsel iyinin bulunduğu zira özün temelinde bir gayeye ulaşmak olduğu ve bunun akıl gücüyle desteklendiğini görürüz.

Buraya kadar Freud’u, ahlak yasalarının ortaya çıkışı hususunda eleştirdiğimizin altını çizelim. Ahlak yasalarının gerekliliği hususunda ise Freud, tüm insanlara eşit yaklaşmaz. Ona göre toplumun kurallara uymak için dine ihtiyaç duymayan olgun kesiminin, dine ihtiyaç duyan tehlikeli kesimi baskı altında tutma ve eğitimden mahrum bırakma gerekliliği söz konusudur. Zira din, insanlığın gelişiminin karşısında duran bir engeldir. Bu noktada Erich Fromm’un da sorduğu şu soruyu sorabiliriz: “Mesele dinin olup olmaması değil, dinin ne tür olduğudur; din insanın gelişimine katkıda bulunup kesin bir biçimde onun gücünü açığa mı çıkarıyor yoksa bu gücü felce mi uğratıyor?”[10] Hatta Erich Fromm, modern insanı inceleyerek, günümüzde paraya, şöhrete, soya tapınmanın bir çeşit putperestlik, totemizm ve kişiselleştirilmiş din olduğunu söyler ve yine bir soru sorar: “Tanrı inancı ata, totem ya da altın-buzağı tapınmacılığına karşı bir koruma değil midir?”[11] Bu korumayı da yetkeci ve insancı dinler arasındaki farka bağlar. Yetkeci dinlerin erdemi “itaat” üzerine kuruluyken insancı dinlerin erdemi “kendini gerçekleştirmek” üzerine kuruludur. Yetkeci dinlerde Tanrı’nın insana ait olanlara; akıl ve sevgiye sahip olması, insanın kendi yetilerine yabancılaşmasını ve devamında onun yalnızca Tanrı’ya karşı kölece bir bağlantı hissetmesiyle birlikte insanı ahlaksız hale getireceğinden bahseder.[12] Nihayetinde Fromm’un dikkat çektiği nokta, insanın olgun olup olmadığını din veya Tanrı inancının değil, aklının ve eylemlerinin belirleyeceğidir.

Sigmund Freud’un araştırmalarının temel amacı nevrotik hastalara şifa bulmak olsa da, din ve uygarlık konusunda ulaştığı çözümler amacı kadar masum kalmamıştır. Gerek ahlak yasalarının kökenine inmede tek bir normu (haz ve dürtüler) temel alması, gerekse yasaların uygulanması gereken kitlenin seçimi, şiddet ve ayrımcılık içeren, devamında da uygarlığı kaosa sürükleyebilecek tezlerdir. Bununla birlikte Freud’un çalışmaları kendi içerisinde tutarlı ve mantıklı olsa da, pratikte kanıtlanabilirliği çok düşük teorilerden oluştuğu için insanlık tarihine yapılan bir “yorum” olarak kalmaya mahkûmdur.


[1] Yunan Mitolojisi

[2] Nevrozlar, http://www.psikoterapi.com/nevrozlar/

[3] Sigmund Freud, “Totem ve Tabu”, İstanbul 2018, Say Yayınları, s. 108

[4] Sigmund Freud, “Totem ve Tabu”, İstanbul 2018, Say Yayınları, s.120

[5] Sigmund Freud, “Totem ve Tabu”, İstanbul 2018, Say Yayınları, s. 216-218

[6] Sigmund Freud, “Totem ve Tabu”, İstanbul 2018, Say Yayınları, s. 221

[7] Sigmund Freud, “Bir Yanılsamanın Geleceği”, İstanbul 2017, Say Yayınları, sf.50

[8] Sigmund Freud, “Bir Yanılsamanın Geleceği”, İstanbul 2017, Say Yayınları, s. 72

[9] Hümeyra Özturan, “Akıl ve Ahlâk, Aristoteles ve Farabi’de Ahlâkın Kaynağı”, İstanbul 2014, Klasik Yayınları,s.44

[10] Erich Fromm, “Psikanaliz ve Din”, İstanbul 2017, Say Yayınları, s.35

[11] Erich Fromm, “Psikanaliz ve Din”, İstanbul 2017, Say Yayınları, s.37-41

[12] Erich Fromm, “Psikanaliz ve Din”, İstanbul 2017, Say Yayınları, s.54

Kaynakça

Sigmund Freud, “Totem ve Tabu”, İstanbul 2018, Say Yayınları

Sigmund Freud, “Bir Yanılsamanın Geleceği”, İstanbul 2017, Say Yayınları

Sigmund Freud, “Uygarlığın Huzursuzluğu”, İstanbul 2018, Metis Yayınları

Erich Fromm, “Psikanaliz ve Din”, İstanbul 2017, Say Yayınları

Hümeyra Özturan, “Akıl ve Ahlâk, Aristoteles ve Farabi’de Ahlâkın Kaynağı”, İstanbul 2014, Klasik Yayınları

Nuriye Merkit, “Sigmund Freud’da Uygarlığın Temel Dinamikleri Ve Birey Üzerindeki Etkisi, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2016 Bahar, sayı: 21, s. 123-140

 2,580 Toplam Görüntülenme

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.