Enes Faruk Ertan –
“Çar, Patrik ve Boyar Tarafından Ezilen İşçiler”
“Hacı Murat”, Tolstoy’un ölümünden 7 yıl sonra, 1917’de, yayımlanan Çeçen-Rus mücadelesini konu alan, Rus edebiyatında da önemli bir yer edinmiş romandır. Tabii bu eseri sadece kahramanlık öyküsü olarak ele alırsak hata ederiz, esere savaş hikâyesi desek tam karşılamaz, tarihî bir anlatı diye düşünsek güncelin boynu bükülür. Esasında, kitap; bütün bunları içinde barındıran, acı ve ihtiras yüklü savaşçıların öyküsünü kuvvetli bir rüzgârın yüzümüze çarpışı gibi etkili bir biçimde dile getiren klasik bir Tolstoy metnidir.
Basitçe ve detay vermeden kitabın neler anlattığının üstünden geçecek olursak da aslında düşmana karşı savaşan Hacı Murat ve etrafındakilerin hikâyesini görürüz. Tabii, “düşman kimdir?” sorusunu da sormak gerekiyor. Şeyh Şamil. Bu ismi pek çoklarımız bilir ancak Hacı Murat’ın belli başlı sebeplerden ötürü Şeyh Şamil’i düşman bellediğini ve ona karşı Ruslarla işbirliği yapmaya çalıştığını pek az kişi bilir. Tolstoy da işte bunu anlatıyor. Fakat şunu da unutmamalıyız, Tolstoy bu hikâyeyi Çarlık Rusya’sının resmî görüşünü yansıtan belgelere ve sansasyonel haberlere, yorumlara dayanarak anlatmıştır. Konu hakkında farklı malumatlar veren kaynaklar da mevcuttur.
Bu öykü her ne kadar vurucu olsa da ben Hacı Murat’tan ve onun ailesinden bahsetmek istemiyorum. O bir özgürlük savaşçısıydı, Şeyh Şamil de. Kime karşı? Çar Nikolay’a karşı. İşte benim de üzerinde durmak istediğim isim Nikolay. Kitapta aslında küçük bir yer işgal ediyor olsa da pek çoğumuzun zihninde ve hatta yaşantısında büyük yer kaplayan bu baskıcı, zalim algılayıştan (belki algılayamayıştan) bahsetmeyi kendime vazife saydım.
Bizler her ne kadar hürriyetten, ittihattan, müsavattan falan bahsediyorsak ve o ulvi kavramları hayatımızın haritasına fener yapıyorsak da bu durum; iyice temellendirmemiz, üzerine detaylı mülahazalarda bulunmamız gereken bir mesele olarak önümüzde duruyor. Misal, bizim şunu sormamız gerekiyor: Hacı Muratların devrinde insanların özgürlük uğruna diyet olarak kendi canlarını vermeleri gerekiyor muydu? Gerekiyordu. 2000’lerin, Elon Muskların, kripto paraların çağında ise özgürlüğü anlamak için katma değeri yüksek ürünler üretmek, kandan ve bilekten çok akla önem vermek gerekiyor mu? Gerekiyor. Bu amaçla sporcunun koşturduğu topun karşılığında adil sonuçlar görmesini sağlayacak sistemi getirmek, sanatçının avamlıktan sıyrılıp yüksek estetik anlayışına hitap edebileceği bir anlayışı hâkim kılmak, siyasetçinin halkı ‘terörist, sapkın’ gibi ithamlarla suçlayamayacağı bir düzenin savunuculuğunu yapmak ve bu uğurda kan dökmeden, bağırıp çağırmadan, meseleyi sloganlaştırmadan zihin savaşına girmek bizim mesuliyetimizde değil midir? İşte bu soruya ‘evet’ cevabını verdiğimiz için zaten bir şeylerden rahatsızlık duyuyoruz, bu memnuniyetsizliklerimizi paylaşmak zorunda hissediyoruz, işte bu yüzden konuşmayı vazife sayıyoruz.
Çar Nikolay romanda klasik bir tiran, monark, gücü elinde bulunduran kibirli bir adam olarak tasvir edilmiş ki zaten gördüğümüz pek çok diktatör de az buçuk bu ortak özelliklere sahiptir. Mesela kitapta Çar’ın evli olmasına karşın çapkınlıklar yapması haktı fakat başkası yaparsa cezalandırılırdı. O da olmasa ülkesinin –ülkeler diktatörlerin malıymışçasına- halini nice görürdü. Memlekette kendisinden başka herkesin hırsız, yalancı, ahlaksız olduğuna inanırdı. Her yerde ayaklanma tehlikesi görürdü, önlemini de alırdı. Özgür düşüncenin epey yaygın olmasından dolayı bazı üniversiteleri hiç sevmezdi. Çevresindeki şaklabanlar onu kendi çelişkilerini bile göremez hale getirdiğinden verdiği kararlar her ne kadar sağduyudan uzak olursa olsun kendisi tarafından verilen kararlar olduğu için ona göre kesinlikle tutarlıydı. Bunları söyledikten sonra pek çoğumuzun aklına tanıdık başka figürler de gelebilir tabii. Ben mesela Atsız’ın Dalkavuklar Gecesi’nden Subbiluliyuma’yı anımsadım. Pek çoğumuz gerçek hayattan da isimleri aklımıza getirebiliriz, herhangi bir engel yok sanıyorum.
Haliyle kitaptaki bu dengesiz Çar’ın sabah yataktan hangi tarafından kalktığına göre verdiği kararlar doğrultusunda oluşan abuk ve anlamsız dış politikası Avarları da, Çeçenleri de, Kumukları da kendisine karşı kışkırtmıştı. Tıynetini biraz olsun anladığımız bu adamın komşularıyla barış içinde yaşamayı becerebilecek bir stratejisi de arzusu da yoktu. Savaştan, kandan, gözyaşlarından keyif alan Çar’ımız bu uğurda Şeyh Şamillerle, Hacı Muratlarla ve bilumum azınlık unsurlarla çatışmaktan da geri durmazdı. Okuduğumuz roman da bunun romanıydı.
Demek istediğim, esasında özgürlüğün ne olduğunu kavrayamamış yöneticilerin milletlerin canıyla oynadığıdır. Bu gereksiz kaba tutum da haliyle milletleri savaşmaya, direnmeye, isyana yönlendirir. Nasıl olsa kişinin dizlerinin üstünde yaşamasındansa ayakta ölmesi yeğdir. Bu anlayış da tarih sahnesine şu an adını anarken bile tüylerimizin ürpermesini sağlayabilecek adamlar çıkarmıştır. William Wallacelar, Namık Kemaller, Mahatma Gandiler anlatılırken hangimizin göğsü kabarmaz ki, hangimiz onların mücadelesini tam kalbinin ortasından duymaz ki?
Bahsettiğim gibi eğer biz onların davasını benimsediğimizi iddia ediyorsak, hürriyeti sahipleniyorsak geleceğe yürümeliyiz. Kökü mazide olan âti olmak da bunun gereğidir. Bu saydığımız isimlerin hayatından ilham almalı fakat kuru kuruya hiçbir şeyi geçiştirmemeliyiz. Evet, Osman Batur Urumçi’de kurşuna dizilmeden önce teşhir edildi, onun kulaklarını kestiler, kızının önünde infaz edildi belki; evet, William Wallace İskoçya bozkırında hürriyet için savaştıktan sonra İngiltere’de öldürülmeden evvel “FREEDOM” diye hala kulaklarımızı çınlatacak bir şekilde haykırdı; evet, iskâna karşı çıkan Dadaloğlu “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir.” dedi; ve evet, hâlâ Mustafa Aga Rusya’nın her türlü hukuksuzluğuna rağmen Kırım’ın hakkını savunmaya devam ediyor.
Saydığımız bütün bu isimlerin büyüklüğünden şüphe duymamızı gerektirecek hiçbir sebep yokken bir de öte taraftan Mustafa Kemal’e bakmak icap ediyor. Onu, muadillerinden ayıran bence en önemli meziyeti hürriyet savaşçılığından sonra müthiş bir toplum mühendisi rolüne soyunmuş olmasıdır. O arzuladığı hürriyete kavuştuktan sonra huzur içinde ölmemiş, elindeki düşük imkânlarla bir milli şuur, maşeri bir bilinç ortaya koyabilmiştir. Şimdi ise bu imkânlar iyice genişlemiş, teknoloji ilerlemiş, farklı farklı değer yargıları ve kimlikler ortaya çıkmışsa, hürriyet ve millet uğruna verilmesi gereken aklıselim mücadele için en uygun zaman şu andır.
İşte bu yüzden bizim de artık milli istiklal ne kadar değerliyse ferdî hürriyetin ondan daha az önemli olmadığını kavramamız gerekiyor. Zaten günümüzün politik mücadelesi de bu eksenden veriliyor. Bu sebeplerden ötürü devletin kaderini kendi kaderiyle bir gören ve insanlara da bunu belletmeye gayret eden hasta zihinlere, kendi menfaatleri için bilim adamlarından hain çıkarmaya çalışanlara ve her türlü ahlaksızlığı yapıp da başkalarının namusuna dil uzatmaya yeltenenlere karşı duruyor ve Hacı Murat gibilerinin yolunda can verdiği özgürlük mefhumunu ışığım sayıyorum.
“Milletin feryâdı sarsarken arşı
Bana boru gelir hürriyet marşı
Hükûmet değil bu aynalı çarşı
Orada sırıtan birkaç simâdır.” diyen Feylesof Rıza’yı da anmadan bitirmeyeyim istedim, zira bu dörtlükten çıkarılacak çok ders olduğu kanısındayım.
Görsel: Halk sırtında Rus Çar’ını ve din adamlarını taşıyor.
1,957 Toplam Görüntülenme