A. Kutalmış Işık
Mütenevi memleketlerden birçok bilim insanı, ideolog, aydın veya gazetecinin kafasını her kaldırdığında ne tesadüftür ki, hep revaçta bir milliyetçilik modasıyla burun buruna gelmesi fazlasıyla üzerine kafa yorulmayı hak eden bir meseledir. Türkiye’de de durum çok farklı olmasa gerek ki, sık sık gazetelerimizde Avrupa’da yükselen milliyetçiliğin, ırkçılığın kaleme alındığını görürüz. Esasında şu gerçeği kabul etmek lazımdır; milliyetçilik, ‘üçüncü dünya menşeli saldırgan bir ideolojiden ibarettir’ veya ‘bir modadır’ gibi yorumların modası geçmiştir. Yazının amacı bu kısır, verimsiz neşriyattan sıyrılarak okuru buz gibi yüzüyle Türklerin karşısında duran ‘hangi millet’ ve ‘hangi milliyetçilik’ sorularına dair kafa yormaya sevk etmek.
Milliyetçilik çalışmalarını farklı bakış açılarıyla tasnif etmek mümkündür. Müspet ve menfi veya ilmî ve fikrî şeklinde iki başlık açmak sağlıklı gözükmektedir. Reddiye niteliğindeki yazılar ilk tasnif usulü tercih edilecekse menfi, ikincisi tercih edilecekse fikrî başlıkları altında incelenebilir; bir yazarın mensup olduğu milletin milliyetçiliğinin tesiri altında kaleme aldığı milliyetçiliğe dair eserleri muhakkak bir olumlama olarak kabul etmek gerektiğinden müspet fakat gayri ilmî; bilimsel araştırmaları ise müellifinin fikri ne olursa olsun kurama bir katkı sunduğu için müspet ve ilmî başlıkları altında incelemek lüzumu vardır. Henüz girişte bu başlıkların altını çizmekle yazıyı bunlardan birine yerleştirme gayreti gütmüyor, sadece bunların önemine dair birkaç kelam edeceğimiz için münasip bir girizgah hazırlıyoruz. Her şey zıddıyla kaimdir; varlığı var eden yokluktur, gündüzün ihtişamında en az Güneş kadar gece de pay sahibidir. İşte milliyetçilik karşıtı yazarların kalem oynatmalarına da değer katan budur. Milletsiz bir dünya düşleyen milliyetçilik aleyhtarlarının fikir belirtmediği bir dünya, bir milliyetçilik kuramcısı olarak Herder’i yaratabilir miydi veya milliyetçilikle hiçbir doğal bağı olmayan Kant’tan nasiplenebilir miydi?
İlmî çalışmaların önemine gelince de kimilerinin modernizmin çocuklarından biri olduğunu iddia ettiği milliyetçiliği bu yönüyle kabul edelim veya etmeyelim, modernizmle yaşadığı başkalaşımı anlamak, anlamlandırmak hususunda bu eserlerin önemi tartışmaya dahi açık değildir.
Milliyetçilerin milliyetçilik çalışmaları ise millî entelijansiyaların, hatta milletlerin kendini tanıma ve tanımlama yolundaki üstün çabalarının göstergesidir. Diğer çalışmalara nazaran çok daha fazla tarihî atıfla dolu bu eserler, milletlerin kendilerine özgü romantik akımlarını ve edebiyatlarını da hatırı sayılır ölçüde besleyen bir unsur olagelmiştir. Bu yazının savunduğu görüşün bir uzantısı olarak bu gruptaki çalışmaların milletlere has millet tanımlarına da vesile olduğunu ifade etmek lazımdır.
Belki de başlanması gereken nokta tam olarak burasıdır. Millet nedir, sorusuna yanıt aranırken her millete uygun bir gömlek dikme arzusu tabii ki, sonuçsuz kalmıştır. Kumaşı lisandan mürekkep bir gömlek, adeta Fransız için dikilmişken Cermen’e pek dar gelecektir. Bu sebepledir ki, Türkler de duyulan ihtiyaca cevap verebilmek adına maharetli terziler yetiştirmiştir. Sadri Maksudi, Akçura, Gökalp ve İmparatorluk devrinden sonra da Atsız gibi isimlerin hep Türk milletine has millet tanımları üzerinde kalem oynattıkları malumdur. Hatta Mustafa Kemal Paşa da Afet İnan’ın derlediği Medeni Bilgiler kitabında yer alan el yazısından anladığımız üzere bu meseleye kafa yormuştur.
Yusuf Akçura’nın “Millet, ırk ve dilin esasen birliğinden dolayı sosyal vicdanında birlik ve beraberlik meydana gelmiş insan toplumudur”[1] şeklindeki tanımı Türk münevverlerinin ekseriyetini etkilemiş ve hemen hemen her tanımda Akçura’nın millet müessesesini üzerine inşa ettiği ırk, dil ve bunların birliğiyle meydana geldiğini ifade ettiği sosyolojik unsurlar kendini göstermiştir. Bu noktada yalnızca Gökalp ve onun talebeleri bir istisna kabul edilebilir. “Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir”[2] tanımıyla millet mefhumunu açıklığa kavuşturan Gökalp, diğerlerinden farklı olarak ırk unsurunu yok sayar. Hatta bu tanıma yer verdiği aynı eserde ırkı temele oturtan Türkçüleri çürütmek gayesi güder. Evvela ırk ve kavmi tanımlayarak ikisi arasındaki farkı gösteren mütefekkir; ırk için “Irk kelimesi esasen mevaşi fenninin ıstılahlarındandır”[3], kavim için ise “Kavmî safvet, hiçbir cemiyette bulunmamakla beraber, eski cemiyetler, kavmiyet mefkûresini takip ederlerdi”[4] ifadelerini kullanarak kendi tanımına giden yolu aydınlatmıştır. Irk, soy ve kavim sözcüklerinin sözlük anlamlarından ziyade bagajlarında taşıdıkları mana, zihinlerde bulduğu karşılık ile Gökalp’e rağmen Cumhuriyet dönemi Türkçülerinin de bu unsura millet tanımlarında yer vermelerine sebep olmuştur.
Bir milletin tarihini yazmak, ebeveynlerin evlatları için doğumundan itibaren her yaşını, her halini saklayan bir fotoğraf albümü oluşturmak gibidir. Tarih, milletlerin dünden bugüne takip ettiği yolun izlerini bağrında saklayan bir haritadır. Onun vesilesiyledir ki, Türkleri yıl yıl, adım adım takip eder ve atlarının nalları hangi toprakları çiğnemiş, böylelikle öğreniriz. Halkların kimliklerini tespit yolunda da en ciddi merhalelere onun vasıtasıyla erişilir. Bunu sağlayan tarihçi, bahsettiğimiz yolda yürürken soy sözcüğünün bagajına tarihî karabeti yükler. Gökalp sonrasında Gökalp’e rağmen ırk diyen ve hatta kendini ırkçı olarak tanımlayan Türkçülerin millet tanımında ısrarla bu sözcüğü sarf ediyor oluşu ancak böyle açıklanabilir. Zira bahsettiğimiz cenahın bayraktarı kabul edilen ve ırkçılığı Türkçülüğün sacayaklarından biri[5] olarak niteleyen Hüseyin Nihâl Atsız dahi ırkçılığı laboratuvar duvarları arasına hapsetmez.[6] Yani istisnalar haricinde Türk ırkçıları “işte bu Türk ırkındandır” demek için kafatası ölçümlerine veya kan tahlillerine değil de tarihin bugüne bıraktığı ipuçlarına bakmıştır. Doğrusu bu haliyle soy veya ırkın millet tanımında kullanımı için menfi yorumda bulunmak hayli güçtür.
İnsan malik olduğu kelime haznesinden mürekkeptir. 20. asrın en büyük feylesoflarından Wittgenstein, “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler”[7] derken esasında tarihteki en önemli Alman milliyetçilerinin savunduğu görüşü de kısaca özetlemiş oluyordu. Şairlerin eş anlamlı sözcükleri kullanarak eserlerinde yarattıkları efsun, bu pencereden bakınca o istidattan mahrum insanlar için hala ulaşılamaz, uzak bir noktada fakat bir hayli de anlaşılır olmaktadır. Basit bir örnekle açıklayacak olursak bir garajdaki arabayı onu hiç görmemiş birine anlatırken “kırmızı araç” ile “al vasıta” ifadelerini kullanarak yapılacak tasvirin muhatabın zihninde yarattıkları bambaşkadır. İletişim, insanların birbirinin zihnine kağıt kalem kullanmadan hızlıca resimler göndermesi sanatı olduğu için her sözcüğün her zihinde bulduğu bir karşılık, belki özdeşleştiği bir nesne vardır. İnsan, bunlar vesilesiyle düşünür. Beklenmedik bir ölüm karşısında ferdin iç dünyasında sürüklendiği hissî buhran da sergilediği refleks de çıkış noktamızdaki anlamlar dünyasının meyveleridir. Velhasılı Fuzuli’yle Puşkin aynı kadına aşık olsalar da o kadına yazdıkları şiirlerinin arasında en ufak bir benzerlik gözlemleyemeyeceğimiz bir hakikattir. Demek ki, millet siyasî hudutlar içerisine kapanmış insan topluluğundan fazlasıdır ve demek ki, dilin bu hissî müesseseyi meydana getiren en mühim unsurlardan biri olduğu şaşmaz bir gerçektir.
Milliyetçilik fikri, milletin hududu çizilmeye çalışıldığı anda ortaya çıkar. Bunun için verilebilecek en iyi örnek Alsace-Lorraine bölgesi ihtilafıdır. Bilindiği üzere bölge halkının Alman kökenli olup Fransızca konuşması ve kaynakları münasebetiyle büyüme arzusu taşıyan bu iki devlet için de vazgeçilemez görülmesi farklı milliyetçilik türlerini ortaya çıkardı. Fransızlar milletinin hududunu dil ile çizerken Almanlar kan ile çizmek mecburiyetinde kaldı. İşte bu ihtilaf, yarattığı savaşlar ve tetikleyip sebep olduklarıyla adeta ibretlik bir tarihî vesikaya dönüştü. Şimdi soralım, Türklerin Alsace-Lorraine’i neresidir?
‘Alsace-Lorraine halkı benim milletimdendir, o halde benimle yaşamalıdır’ demek bir kurtarma arzusunun dışavurumudur, irredantist bir söylemdir. O halde Türk milletinin Alsace-Lorraine’ini ararken de başka bayraklar altında kalmış Türklere, Türk topraklarına bakmak lazımdır. Vaziyet böyle olunca akla Batı Trakya, Doğu Türkistan, Güney Azerbaycan, Kırım, Türkmeneli, ve Rus hakimiyeti altındaki diğer Türk halkları gelir. Lakin hürriyetini kaybeden her halkın uğrayacağı akıbete mevzubahis bölgelerdeki Türk halkları da uğramış ve onların da dilleri tahrip olmuştur. Kontrolsüz bir şekilde dile yabancı sözcük girmesi, işgalden sonra doğan nesillere -bilhassa şehirli çocuklara- ana dilinin öğretilememesi hür Türkler ile esir Türkler arasındaki önemli bağları koparmıştır. Peki, bu durum mezkur bölge Türklerini millet havzasından çıkartır mı? Başka bir ifadeyle Anadoluculuk bu yolla meşruiyet kazanır mı?
Geldiğimiz noktada yanıt aranan sorular vesilesiyle belli başlı ihtiyaçlar hasıl olmuştur. Milliyetçi, yine milliyetçidir ama buna benzer sorulara verdiği yanıtlarla kendini daha hususi bir yere yerleştirme, artık diğerlerinden bir şekilde ayrılma ihtiyacı hissetmeye başlar. ‘Türkçüyüm’ demekle ‘Türk milliyetçisiyim’ demekten daha fazlası anlatılmaya çalışılır. Bunun yetmediğini hissedenler ‘ırkçıyım’, ‘Anadolucuyum’, ‘ulusçuyum’ diyerek sınırları daha dar fakat net bir zümreye aidiyetini bildirir. Kimisi ‘halkçılık’, ‘Kemalizm’, ‘Atatürkçülük’ gibi esasında çıkış noktası bambaşka mefhumları, içini istediği gibi doldurarak kullanır. Yıllar geçer, koşullar değişir ‘ülkücü’ doğar. Yetmez; ‘Türk ülkücüsü’, ‘Türk-İslam ülkücüsü’, ‘Alperen’ ortaya çıkar. Büyük ideologlar, siyasetçiler, münevverlerden bahis açılınca bunların başvurduğu bu tip kullanımların da arkasında sadece estetik bir hedef barındırdığını düşünmek yanlış, belki de komik olacaktır. Her birinin kabuğuna sığamayışının veya gömleğinin bol gelmeye başlamasının birbirinden çok farklı sebebi vardır.
Yazının buraya kadarki bölümünde başlıktaki ‘milliyetçi kimdir’ sorusuna cevap vermeyerek başta söylenmesi gerekeni sona saklamış gibi görünüyoruz. Öyle ki, milliyetçilik fikrinin türlerine dair dahi birkaç kelam etmiş olduk ve o bölümü müteakip Türk milliyetçiliği fikri üzerine eğildik. Fakat bunların hiçbiri yazının yanıt aradığı başlıca sorulardan biri olan ‘milliyetçi kimdir’ sualine bir cevap sunmuyor. Aslında bu bölümün sona sarkmasının gerekçesi olası bir kavram karmaşasının önünü almaktı. Bu noktaya kadar hep milliyetçilik fikri ifadesini kullanmamızdaki amaç tam olarak bu idi. Yani bir his ile fikrin arasına kalınca bir çizgi çekmek. Zira milliyetçilik, bir fikirden evvel bir histir, içgüdüdür. Aidiyet duymak, tıpkı beslenmek ve nefes almak gibi temel bir ihtiyaçtır. Felsefedeki insan özünde iyidir-kötüdür nevisinden bir yorum yapacak olursak ‘insan, özünde milliyetçidir, fıtrat itibariyle buna meyyaldir’ diyebiliriz. Ferdin mensup olduğu aileyi öncelemesi şaşılacak şey değildir, menfi tenkide sebebiyet vermez.
Milliyetçiliği evvela bir his olarak kabul etmek, doğal olarak onun modernizmin bir evladı olduğu iddiasını da reddetmeyi gerektirir. Yine de milliyetçiliğin modernizmle bir başkalaşım geçirdiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bu hissi bugün anladığımız şekliyle bir fikre dönüştüren siyaset ve harp sanatları olmuştur. Fransız İhtilali, Napolyon devri, 1815 Viyana Kongresi’nin hatalı haritası, ilk olarak İtalya’da ortaya çıkan irredantist hareket ve bunun diğer memleketlere yayılması, milliyetçiliği başka bir noktaya taşıdı. Kant’ta sadece çıkarımlarla ulaşılan, Fichte’de kozmopolit bir içeriğe sahip olan milliyetçilik, Herder ile dil üzerinden bugünkü vaziyetine yaklaştı. Neticede kat edilen bu aşamalar, doğan fikri memba olan hissiyattan uzaklaştırmadı fakat farklı kıldı. Adeta bir vicdanî ret ile millî hislerinden arınan fertleri örneklemin haricinde tutarak diyebiliriz ki; her Türkçü, Türk ve Türk milliyetçisidir fakat her Türk milliyetçisi, Türkçü değildir.
Bütün bu anlatılanların elbette bir de milletin teşkilatlanarak yarattığı en büyük organizasyon olan devlete yansıması vardır. Politika belirleyicisi bir unsur olan milliyetçiliğin bu yönünü iyi anlamak için başta Gellner’in modernist milliyetçilik kuramı olmak üzere birçok teoriye değinmek gerektiğinden o faslı atlayarak doğrudan Türkiye’de devleti yöneten veya yönetmeye talip milliyetçilikle Batı’daki milliyetçiliğe bakacağız. Anayasal olarak ülkesinde gayrimüslim gruplar haricinde herhangi bir azınlık tanımayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hemen hemen bütün siyasi yelpazeleri ve yıllardır hemen hemen bütün hükümetleriyle bunun aksinde hareket ederek Türk dışında millet isimleri kullanmayı adeta siyasi bir gelenek haline getirmiştir. Bu belirsizlik yazısız da olsa net bir millet ve dolayısıyla müşterek noktaların tespitiyle yaratılacak yüzeysel bir milliyetçilik tanımının önünü tıkamıştır. Bazen hükümetler genelde ise muhalif partiler ateşli bir milliyetçilik propagandasıyla halka gitmiş, ‘ben milliyetçiyim’ demekle yetinmek yerine ‘o milliyetçi değil’ söylemini kullanmaya devam etmiştir. İfade edildiği gibi yazılı olmasa bile bütün Türklerce kabul edilebilecek birer millet tanımı lazımdır. Zira bunu yapabilen ‘Türkiye bizim için nedir’, ‘Türk kimdir’ sorularını sormakla ‘Kırım nedir’, ‘Tatar kimdir’ sorularına da yanıt aramış olur. Türkiye’nin işte tam olarak buna ihtiyacı vardır.
Zihni açık, sorularına yanıt bulmuş böylesi bir millet kendine yeni bir sayfa açar, ilerleme yolunda önemli mesafe kat eder. Milliyetçi partilerin hükmetme makamına milliyetçiliği taşıdığı ülke olmaktan devletin milliyetçi olduğu ülke yapacak mesafe… Her siyasinin sükunet içerisinde Türk dediği atmosfere varılacak mesafe… Türkiye’yi kalabalıkların doldurduğu miting meydanlarında aşkla dalgalandırılan bayrakların ülkesi olmaktan çıkarıp devlet daireleri önünde sessizce fakat istikrarla dalgalanan, hiçbir tehdit hissetmeyen bayrakların ülkesi yapacak mesafe… Bu ‘banal milliyetçilik’tir. Bu son örneğe eserinde yer veren önemli kuramcı Michael Billig, bahsettiğimiz mesafenin neticesinde erişilen müesses milletlik makamını şöyle açıklıyor; “Müesses milletler, kendi sürekliliklerine inançları tam olan ve özellikle de geleneksel olarak ‘Batı’ diye tabir edilen şeyin parçası olarak görülenlerdir”.[8]
Müesses millet olma davası, evvela kendini bilmek meselesidir. Bunu bilip bunu konuşmakla müspet bir rutin ve sosyolojik manada pek muhkem bir kale inşa edilir. Müesses milletlik rütbesine ermenin son adımıysa bu yazının konusu dışında kalan Garplılaşma davasında muvaffak olmaktan geçer. O noktada da rahmetli Mümtaz Turhan Hoca’nın kıymetiharbiyesi bir kez daha okurun dikkatini celbetmelidir.
[1] Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, Özdemir Basımevi, İstanbul 1978, s. 35.
[2] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1976, s. 18.
[3] Ziya Gökalp, a.g.e., s. 12.
[4] Ziya Gökalp, a.g.e., s. 14.
[5] Fahrettin Savaş Konar, 3 Mayıs Türkçüler Günü Antolojisi, Aygan Yayıncılık, İstanbul 2015, s.48.
[6] Hüseyin Nihâl Atsız, “Biz Ne İstediğimizi Biliyoruz”, Ötüken Dergisi, Sayı: 26, 1966.
[7] Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, Metis Yayınları, İstanbul 2013, s. 133.
[8] Michael Billig, Banal Milliyetçilik, Cem Şişkolar (Çev.), Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 18.