Türk Siyaseti Üzerine

Hilal Süyümbike Maraş

“Kızıl elmaya hey kızıl elmaya!” nidalarıyla yazmışız biz Türk tarihinin şanlı sayfalarını. Âleme nizam verme ülküsüyle fethetmişiz dünyanın sayısız topraklarını. Böylece yalnız toprakları değil; insanları, milletleri de kazanmışız. Zira önce adalet demişiz, nizam vermişiz ve öyle yönetmişiz. Törenin ışığında, kut önderliğinde, hakanın buyruğuyla hükmetmişiz. Töre deyince akan sular durmuş; ilahî nizamı bozacak, kutun ışığını söndürecek kişi hakan olsa dahi dinlememişiz. Çünkü gerçek idarenin şahsa bağlılıkta değil, hakikate, adalete ve liyakate bağlılıkta olduğunu bilmişiz.

Hakanımız Oğuz Kağan, “Güneş tuğumuz, gök çadırımız olsun” derken güneşi ilahî nizamla bir tutmuş, bütün yurtların göklerine nizamı yayacağımızı müjdelemiş. Farabî, Medinetü’l Fazıla’sında devleti yönetmenin bir kut ve erdem kazanma yarışı olduğunu anlatmış. Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’te törenin sahibi hükümdarın ancak adalet ve dürüstlükle ülkeyi yönettiğinde gerçek hükümdar olabileceğini yazmış. Türk’ün siyaseti işte böyle başlamış.

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” demişti Şeyh Edebalı. İnsan ki, özünde âlemi taşırdı, bu sebeple âleme nizam vermeyi ülkü edinen Türk’ün idaresinin merkezinde insan vardı. İnsanı, ruhun ve bedenin tekliğinden çıkararak birliğe ulaştıran iradeyi temel almış, ahlâkla ve düşünceyle şahsiyeti oturtmuş bir düzendi Türk siyaseti. Hakikât aşkıyla vücut bulmuş ve yalnız ona hizmet etmişti. Çünkü hakikat hak demekti, hak ise adaletle birdi. Bu sebeple ülkenin erdemli yöneticisinin “herhangi biri” olmasına imkân yoktu. Tüm bu esasları bozmadan yerine getirecek kişinin bazı hususi özelliklerinin olması gerekiyordu. İlk önce, yetkin bir “insan” olmalı, karakteri oturmuş, şerefli ve haysiyetli, merhametli ve ahlaklı bir lider olmalıydı. Sonra idare etme vasfı için uyanık, zeki, ileri görüşlü olmalı, yapacağı işlerde azim ve cesaretle karar vermeli, korku ve zaaf göstermemeliydi. Adaleti sağlamak içinse, zulmü kesecek kılıcı keskin olmalı; hakkı tutup kaldırmalıydı. Doğruluğu ve hakikati sevmeli, ilmin peşinden koşmalı, nefsî ve maddî zevklerden uzak durmalıydı. Medinetü’l Fazıla’da geçen “erdemli yöneticinin hasletleri” işte bu esaslara göre düzenlenmişti.

İşte Türk idaresi tarih boyu, ilahî nizamdan ilham almış, temeline insanı, ahlâkı, adaleti ve hakikati koymuş, hükümdarını da böyle hassas teraziler üzerinde tartmış bir düzendi. Şimdiyse biz, bu düzenin ne kadarını günümüze taşıyabilmiş, ne kadarını koruyabilmiş ve en önemlisi ne kadarını anlayabilmişiz ona bakalım.

Siyâset, kelime olarak “bir nesneyi düzgün ve iyi durumda bulunması için özenle gözetip korumak; hayvanı ehlileştirmek, atı terbiye etmek” anlamına gelse de “toplumun işlerini üzerine alma, yürütme, yönetme işi, insan topluluklarını yönetme sanatı” şeklinde tanımlanır.[1] Durmuş Hocaoğlu’nun dediğine göre ise dilimizde siyasetin karşılığını, politika ve yargısız infaz oluşturur.[2] Zira günümüz Türk siyaseti,  başta bahsettiğimiz Türk siyaset geleneğinden çok uzak, liyakatsizliğin olağan sayıldığı, adaletin unutulduğu, zulmün galip geldiği bir düzen haline gelmiştir. Yöneticilerin merhametten, cesaretten ve karakterden çok uzak olması, bencil, egoist, maddi ve nefsi ihtiraslara sahip kişilerin yönetim kadrolarında yer alması, ilim ve liyakatle değil yalakalıkla ve kayırmacılıkla göreve gelinmesi, siyasetin daha da içinden çıkılmaz ve kirli bir hale gelmesine sebep olmuştur. Bu kirli siyaset, karanlığını halka da bulaştırmış, toplumu kutuplaştırmış, nefretin, kinin ve devamında tehdidin hâkim olduğu, eleştirinin kavga veya hakaret olarak algılandığı, önyargıların, yaftalamaların, iftiraların ve dedikoduların kaynadığı bir ortam yaratmıştır. Hakikat hor görülmüş, menfaat akıl kârı sayılmış; mefkûreler hayalperestlikle özdeşleştirilmiş, tarafsızlık ve kimliksizlik özendirilmiştir. Bu güvensiz ortam haliyle bir sonraki nesillere yansımış, gençler siyaseti amaçsız bir yol, şan şöhret ve mevki vasıtası olarak görmüştür. Bunun sonucunda amaçsız ve mefkûresiz gençler, düşünmeden, tahsillerini tamamlamadan, bilgisiz bir şekilde siyasete atılmış, olgunlaşmamış karakterlerini, kibirle, çeşitli hırslarla ve maddi zevklerle doldurmuştur. Günümüze gelindiğinde yıllardır süregelen düzenin yöneticilerini, yöneticilerin de düzeni istismar etmesi sonucu artık kısır bir döngüye girilmiştir.

Görüldüğü üzere, Türkiye’de en büyük sıkıntılardan birini oluşturan kirli siyasetin müsebbibi dış mihraklar değil, bizzat kendimizdir. Bu kısır döngüden çıkmak için de öncelikle ahlâkı kurtarmak lazımdır. Çünkü insan olmanın ilk şartı ahlâklı olmaktır. Ahlâk, “ilimle inancı birleştirerek hakikate ulaşmaktır. Tarihi gelecek ile hatırayı ümit ile vatan sevgisini insanlık aşkıyla bir kılmaktır.” Bu yüzden korku üzerine, dışarıdan gelen bir emre boyun eğmek üzerine kurulmuş bir ahlâk olamaz, zira bir yaptırımdan ötürü yapılan hareketin irade ve karakter nezdinde hiçbir değeri yoktur. Gerçek ahlâktan bahsedeceksek, onu vehim ve kuruntudan, gurur ve övünmeden de kurtarmamız lâzımdır. Çünkü bize gereken, gözü Hakk ve hakikat aşkından başka şey görmeyen, “desinler” diye değil inandığı için yapan, ilahi nizam yolunda hizmet edecek gerçek âşıklardır.[3] İnsani ahlâk, kin ve kibirden de uzak olmalıdır, zira kin ruhun karanlığını getirir ve insanı önyargının, nefretin ve hasetin pençesine düşürür. Kibirse en tehlikeli olanıdır, zira sevgiyi ve tevazuyu öldürür devamında da edebi ve insanlığı yok eder. Kendini diğerlerinden üstün görmek, insanı sadece hürmet ahlakından uzakta bırakmaz, insanın aynı zamanda hakikati, doğruyu ve haliyle haklı olanı görmesini de engeller. Bu sebeple kibir kadar tehlikeli olan bir diğer haslet hakikati yok eden yalandır. Ahlâklı bir insanın uzak durması gereken son şey ise “nefsine karşı samimiyetsizlik”tir ki, bu, en büyük günahtır. Zira bu günah, kibrin devamı olarak ortaya çıkar ve yok edilemez. İnsanı kendi varlığından ayıran bu büyük günah, zekâyla birleşirse gurur ve şöhret hırsından saltanatlar kurar, hislerle birleşirse iftiraya ve hileye götürür, iradeyle birleşirse imanı boğar. Nihayetinde insanı insanlıktan çıkarır. [4] Hürmet ki, bizi birliğe ulaştıracak yoldur, çünkü her işin başında hürmet vardır: “insana hürmet, ilme hürmet, ecdada hürmet, bütün samimi isteklere hürmet”.[5]  Hakikat ise zaten nihai amacımızdır.

Hakikat aşkına ulaştıktan ve ahlâkı kurtardıktan sonraki meselemiz, adalettir. Zira tüm faziletler onda toplanmıştır. Bu faziletlerin ilki mesuliyettir. Çünkü hakkı teslim, mesuliyetten gelir; hem de zulmün karşısında mesuliyetten. Mesuliyet hissi, merhametle ortaya çıkar. Gerçek merhamet ise, sanıldığı gibi fakire veya mazluma acımak değildir -aksine bu çok aşağılık bir merhamet çeşididir- zalime, makam heveslilerinin ruhuna, bencil zenginlerin durumuna ve âlemdeki bütün sefalete acımaktır. Böylece “âlemin kemalsizliğini gidermek, insanlığın sefaletlerine uzanmak ve deva uzatmak için, hatta varlığımızı bile yetmez bulan bir ilahi görevlenme duymakla” başkalarına ait mesuliyetleri yüklenir ve gerçek merhamete ulaşırız. [6] Faziletlerin ikincisi ruhun hürriyetidir. Hürriyet ise her türlü esaretten kurtulmak demektir. Korkunun esaretinden, makam ve mevki esaretinden, kıskançlığın esaretinden azat olmadır. Hürriyet, istediği şeyi istediği zaman yapmak sanılan iradesiz özgürlükten çok farklı bir yerde, iradenin kararı ve vicdanın seslenişinin dengede olduğu yerdedir. Ruhu hür olan insan,

“Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; 
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!”* diye haykırandır.

Üçüncü fazilet cesarettir. Cesaret, hakikate olan imandan gelir. Çünkü cesaret, kolayına gelen yoldan değil, zor olan yoldan gitmeyi gerektirir. Her ne olursa olsun güçlünün ve zalimin değil, sadece haklının ve mazlumun safında olma kudretini verir. Cesaret faydayı değil, hakikati gözetir. Cesur insan:

“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? 
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum!”* diyerek zulmün karşısına dikilendir.

Son fazilet ise fedakârlıktır. Gerektiğinde zulmün karşısında kendinden vazgeçmek, bir mazlumu kurtarmak için malını, makamını feda etmektir. Merhametle mesuliyet ruhuna ulaşan kişi hür ve cesur karakterini zulme karşı durmak için feda eder ve böylece ruh asilliğine ulaşır. Fedakârlık ahlâkına ulaşmış ruhu asil insan,

“Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! 
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!”* diyen kişidir. Adalet böylece tamamlanır.

Velhasıl, içinde bulunduğumuz devir, buhranda olsa da, bilmeliyiz ki, bu buhranın, günümüzdeki hastalıklı siyasetin çaresi damarlarımızdaki asil kandadır. O halde harekete önce kendimizden başlamalı, ilahi nizamı öncelikle kendi ruhumuzda gerçekleştirmeli, ahlâkı ve adaleti karakterimizin temellerine koymalıyız. Hedefe siyaseti veya menfaati değil, hakikati ve ruh asilliğini koyarsak, yürüdüğümüz yol ve mukaddes gayemiz haklı olur. Zira unutmamalıyız ki “En mukaddes gayeyi bir ikbal ve servet vasıtası edinmesini bilenler, en yükseklerde sahtekârlık tahtlarını kurabilmek için, en mukaddes dâvaları istismar ederler.”[7]

Sözlerimi Aşk Ahlâkı’yla bitirmek istiyorum:

“Ahlâksız siyaset, vatan için değildir, insanlık için değildir. Hatta bir sınıfın ve bir zümrenin hukuku için değildir. O yalnız koltuk hırsını doyurmak içindir. Ve bir zorbaya baş eğdirmek için, bir gafiller sürüsünü bir zalime kul etmek içindir. Fakat siyasetsiz ahlâk, yalnız çocuklar içindir. Dünyadan elini çeken bunaklar içindir. Biz doğru olmayı ne yapalım, doğruluğu yetiştirmedikten sonra! Biz iyi olmayı ne yapalım, iyiliği kuvvetle fiile koymadıktan sonra! Biz nasihat eden, vaaz eden, kuru sözlerle hiçbir neticeye varmayan ahlâkı değil; fakat telkin eden, güçlü olan ve insanlara içinde mutlu olacakları yeni bir cemiyet veren ahlâkı istiyoruz.” [8]


[1] Hızır Murat Köse, “Siyaset”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2009, cilt: 37; s: 295

[2] Durmuş Hocaoğlu, “Zor Zamanda Siyâset”, Yeniçağ Gazetesi.  

[3] Hilmi Ziya Ülken, “Aşk Ahlâkı”, İstanbul 2017, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.42-56

[4] Nurettin Topçu, “Var Olmak”, İstanbul 2017, Dergâh Yayınları, s. 59

[5] Nurettin Topçu, “İslâm ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf”, İstanbul 2013, Dergâh Yayınları, s. 94

[6] Nurettin Topçu, İslâm ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf”, s.98

[7]Nurettin Topçu, “Ahlâk Nizamı”, İstanbul 2014, Dergâh Yayınları, s.18

[8] Hilmi Ziya Ülken, “Aşk Ahlâkı”, s.59

*Mehmet Âkif Ersoy’un “Zulmü Alkışlayamam” şiirinden alınmıştır.