Ali Emir Ataman
18 saat boyunca devam edecek olan, Türkistan-Almatı yolculuğumuz başlamıştı. Mazisinin eskiye dayandığını tahmin ettiğim, Sovyetlerden kaldığını düşündüğüm kara tren yolculuğumuz ilk saniyeden süprizlere gebe olduğunu belli etmişti. Biletlerimizin gösterdiği kompartımanlara gittiğimizde yol arkadaşım Duygulu benim kadar şanslı değildi. Durum şu ki: takribi dört metrekare bir kompartıman, sağ ve solda altlı üstlü iki yatak ve ortalarında cama sabitlenmiş bir sehpa. Betimlediğim kompartıman benim paşa çocuğu gibi hissetmeme sebep olan kompartıman; Duygulu’nun kompartımanı ise yine dört metrekarelik bir alan, yine sağ ve solda yataklar ancak farklı olarak onun kompartımanında üst üste tam üç tane yatak var. Bu da demek oluyor ki eğer sığabilirseniz tabut minvali bir alanda yatmak zorundasınız hem de geri kalan beş tane yabancı ile beraber…
Gece ne olup bittiğini bilmediğim olaylar sonucunda gözlerimi açtığımda, Duygulu benim kompartımanımda aşağı katta bulunan yatağı ele geçirmişti… Ben ise eski bir Sovyet kara treninde, yaklaşık 30-40 km/h ile 18 saat boyunca devam edecek yolculuğun ızdırabını düşünerek 14 saatlik bir uykuya dalmışım…
…Otelimize yerleşip biraz dinlendikten sonra otelin tam karşısında bulunan dönercide soluğu aldık. Çin Seddi’nden Adriyatik’e tüm dönercilere sahip olduğumuz gerçeği düşünülürse Almatı’da, otelimizin karşısında bulunan dönercinin sahibinin de Türk olması bizi pek şaşırtmadı. Dönercinin sahibiyle yaptığımız 5N1K’lı sohbetin sona ermesiyle müsaademizi istedik. Pek samimi ağabeyimiz döner kesmekle görevlendirdiği ve yine Türk olan ustasına paydos vererek bizi gezdirmesini emretti. Bu kısımdan merkeze gidene kadar geçen süreci sadece dost ortamlarında anlatmam gerektiğini düşünerek ve pas geçme mecburiyetinde hissederek atlıyorum.
Merkezde yaptığımız tur sonucunda vardığımız ortak kanı şu oluyor: Almatı, olağan bir Avrupa metropolüne benzemek ve Sovyet etkisinden kurtulamamak arasında sıkışıp kalmış yarı-modern bir şehir. Bu ikiliğe hapsolmuş Almatı merkezini gezdikten sonra otelimize dönüyoruz.
Sabahın ilk ışıklarıyla yola koyuluyoruz. Bugün ki planımız mükemmel bir şehir manzarası sunan Kök-Töbe’yi gezmek ve Cuma namazında halkın nabzını yoklamak. Kök-Töbe şehrin içinde bulunan büyük bir dağın adı, onu gezilesi kılan ise dağın tepesine kurulmuş olan rekrasyon alanı. Alanda ufak bir lunapark, ufak tefek dükkanlar, kafeler ve hayvanat bahçesi var ancak tek alamet-i farikası sunduğu manzara denebilir. Kazakistan’ın en büyük kenti Almatı’yı gözlerinizin önüne seriyor; gri binalar ve aralarında yaşam bulmuş ağaçlar…
Kök-Töbe’deki turumuzun ardından yerel halka danışa danışa 7000 ziyaretçi kapasiteli Almatı Merkez Camii’ne ulaşıyoruz. Amacımız Cuma namazında gözlem yaparak halkın İslamiyet hakkındaki nabzını tutmak. Kolayca söyleyebilirimki Cuma namazına katılım çok yüksek seviyedeydi, camiiye erkenden varmamıza rağmen ancak dışarıda kendimize yer bulabildik. Türkiye’den farklı olarak hutbe oldukça kısaydı hatta birkaç duadan ibaretti diyebiliriz.
Kazakistan defterini kapatarak Kırgızistan sınırına geçmek için Almatı’dan kalkan ufak tefek, oldukça eski 8-9 kişilik minibüslere atladık ve Kırgızistan sınırına doğru yol aldık…
Uzunca bir yolculuk sonucunda Kırgızistan’a metre mesafedeydik, Kazakistan sınır kapısından çıkış yaptıktan sonra Kırgızistan’a girmek için sınır kapısında sıraya girdik. Polis kontrol noktasında Kırgız Türkleri ve turistler olarak iki ayrı sıraya girmemiz istendi ve işlemler Kırgız Türkleri öncelikli olmak üzere başladı. Onlar hızlıca geçtikten sonra ve önümüzdeki turistler de geçtikten sonra en sona biz kaldık. Önümüzdeki turistlerden görece tecrübeli görünen bir ağabeyin neden pasaportun arasına para koyduğunu anlamamız uzun sürmedi. Uzunca bir süre bizi beklettikten sonra sonunda pasaportlarımızı alıp Kırgızistan’a geçiş yapabildik. Bizi, önceden irtibat halinde olduğumuz, Konya-Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi ve Bişkek’te bulunan Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Veteriner Fakültesi arasında yapılan anlaşma gereği Bişkek’e ders vermeye giden değerli bilim insanları Dr. İhsan Kısadere ve Dr. Mustafa Garip karşıladılar. Arabaya atladık ve karnımızı doyurmak için Bişkek’in en ünlü restoranlarından birine doğru yola koyulduk. Yolda seyrederken bir trafik ışığını geçtikten hemen sonra polis bizi durdurdu. Yol arkadaşım Duygulu ve ben neden durdurulduğumuzu anlamadan İhsan ağabey geri dönmüştü bile. Öğrendik ki burada kurallar ve işleyiş biraz farklı… Polis sizi durduruyor, ehliyetinizle beraber Türk parası ile 5 TL ederindeki Kırgız Som’unu veriyorsunuz ve arabanıza dönüp yola devam ediyorsunuz. Aslında burada her şeyin para olduğunu öğreniyoruz, daha da ötesi paranız varsa doktor diploması dahi alabiliyorsunuz… İlk kez böyle bir uygulamayla karşılaşmanın ve öğrendiklerimizin şaşkınlığıyla restorana varıyoruz. İçerideki kalabalıktan gözde bir restoran olduğu aşikar, içeri girince de mimarisiyle bizi şaşırtıyor. Yemek tercihlerini uzunca süredir burada yaşayan hocalarımıza bırakıyor ve en doğrusunu yaptığımıza karar veriyoruz. Leziz bir akşam yemeğinin ardından dinlenmek için Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nin misafirhanesine yerleşiyoruz…
Sabah kahvaltımızı kampüs içerisinde bulunan kafeteryada yaptıktan sonra bize şehri gezdirecek, hem Kırgız Türk’ü olmasından ötürü şehri iyi bilen hem de Kazakistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nde eğitim gördüğünden dolayı Türkçesi gayet iyi olan, Tınıstan ile buluşuyor ve gezimize başlıyoruz. Geniş yollar, yeşil alanlar, Sovyet döneminden kalma apartmanlar ve devlet binaları… Genel anlamda ferah bir başkent olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Şehir, Ala-Too meydanı merkez olmak üzere şekilleniyor, meydanda Parlamento Binası, Tarih Müzesi, Sovyet öncesi, Sovyet ve Bağımsız Kırgızistan dönemlerini anlatan heykeller var; akılda kalıcı olarak ise Lenin heykeli, o eski Sovyet baskısını halen hissettirircesine yükseliyor… Tınıstan’dan öğrendiğimiz kadarıyla tüm sosyal etkinlikler, konserler, fuarlar bu meydanda gerçekleşiyor. Daha önemlisi ülkede herhangi bir ürüne hükümet tarafından zam yapılırsa aynı gün bu parlamento binasının önünde ateşli, silahlı eylemler alevleniyormuş; halkın yönetimde etkin rolü olduğunu söylüyor Tınıstan.
Meydanda biraz daha turladıktan sonra şehrin içine doğru yol alıyoruz, burada da gezdiğimiz tüm eski Sovyet ülkelerinde olduğu gibi Panfilov Park var. Panfilov adını Almanlarla yapılan Büyük Vatanseverlik Savaşı’nda görev alan 28 askerli Panfilov Piyade Birliği’nden alıyor, bu birliği bu kadar önemli kılanın ise ne olduğunu maalesef öğrenemedim. Panfilov Park’ın içinde satranç oynayan yaşlılara, ok atışı yapabildiğiniz eğlence alanlarına ve yağlı boya tabloları satılan dükkanlara rastlıyoruz. Buradaki gezimizi bitirdikten sonra Tınıstan’dan öğrendiğimiz kadarıyla Türkistan coğrafyasının en büyük açık hava pazarlarından biri olan Oş Pazarı’na gidiyoruz. Tınıstan doğru söylüyor olsa gerek pazarın içinden delice akan bir dere dahi geçiyordu… Sabah kahvaltı yaparken hocalarımız Oş Pazarı’nın çok tehlikeli olduğundan, her türlü hırsızlığa uğrayabileceğimizden, mümkünse çok az para bulundurmamız gerektiğinden bahsetmişlerdi ancak böyle bir problemle karşılaşmadık. Oş Pazarı’nda hemen hemen her açık hava pazarında bulabileceğiniz türden tekstil, baharat, mücevherat ürünleri vardı; bizim ilgimizi çeken ve aklımızda kalan ise Kırgız kültürüne ait atın hemen hemen her bölgesinden yapılan kamçılar, keseler, hediyelikler olmuştu. Kafadan yukarıya dik bir şekilde yükselen Kırgız takkelerini de unutmamak gerek. Bir diğer ilgi çekici dükkan ise 2. Dünya Savaşı’ndan kalan gerçek malzemeleri satan dükkandı. Rozetlerden üniformalara, kasketlerden mermi kovanlarına, posterlere kadar 2. Dünya Savaşı ile ilgili her şey mevcuttu. Dükkan sahibi amcanın biraz da satış politikasından olsa gerek beni Alman askerlerine, Duygulu’yu da Sovyet askerlerine benzetip ona göre giydirmesi güldürücü bir anı olarak aklımızda kaldı. Uzunca bir pazar gezisinin ardından Oş Pazarı’nın her yerine gezemeyeceğimize kanaat getirerek misafirhanemize geri dönüyor, günün kritiğini yapıyor ve ertesi gün için hazırlanıyoruz…