Ali Emir Ataman
Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi ziyaretimizi bitirdikten sonra Türkistan sokaklarında dolaşarak akşamı getirmeye çalışıyoruz. İkimizin de aklını kurcalayan şeyler var, konuşmasak da hissediyoruz. İki cihanlık dostum Vasıf İnanç Duygulu sessizliği bozuyor: “Ya gerçekse?”. Benim de aklımı aynı mevzu kurcaladığından ne demek istediğini anlıyorum. Sabah bankada karşılaştığımız Can ve babasının bahsettiği üç yüz hanelik Ahıska Türkleri köyünden bahsediyor. Küçük bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra karşılaşabileceğimiz bütün problemleri göze alarak köye gitmeye karar veriyoruz. Yaklaşık bir saat süren çevredeki halktan yol tarifi alma işleminden sonra dolmuşa atlıyoruz. Dolmuş uzunca bir süre ilerliyor ve artık dolmuşta tek kalanlar biziz, gerginliğimiz hayli yüksek. Korkularımız gerçekleşmiyor ve şoför inmemiz gereken yeri işaret ediyor, tarzanca anlayabildiğimiz kadarıyla yol boyunca belli bir süre yürüdükten sonra sağda köyün girişini göreceğiz…
Yürüyoruz, yürüyoruz ve yürüyoruz…
30 , 35 derece sıcaklığın altında, şehirlerarası bir yolda, sağ ve solumuzda tarladan başka bir şey olmayan bir boşlukta. Sabrımızın tükenmesine ramak kala biraz uzaklarda, yolun sağ tarafında yerleşim yerine rastlıyoruz ve aradığımızın köyün burası olması umuduyla giriş yapıyoruz. Sağlı sollu evler başlıyor ancak hiçbir insana rastlamıyoruz; bir evin dış kapısında genç bir ablaya rastlasak da o da bizi görünce kapıyı çekip içeri kaçıyor.
Tevâfuk !
Sözlük anlamıyla “birbirine uygunluk, denk gelme, latifâne bir ahenkle uyum içinde olma”.
Hayatımda tevâfuk kelimesini ilk kez bu kadar gerçek yaşıyorum. Köyün içindeki toprak yollarda top oynayan çocukların arasından bir ses yükseliyor: “Gelmişsiniz !”. Sabah bankada tanışıp, sohbet ettiğimiz Can yanımıza koşuyor. Paçalarımıza yapışmış bir şekilde sabahki isteğini bu sefer daha büyük bir arzuyla yineliyor ve evlerine davet ediyor. Tedbiri elden bırakmamak istediğimizden bizi mescide götür diyoruz ve Can önde biz arkada köyün camiisine doğru yola koyuluyoruz. Köyün camiisine vardığımızda; camii diyorum ama mescit kelimesini kullanmak daha uygun; cemaat abdestini almış sohbet eder biçimde bizi karşılıyor. Tanışma faslından sonra muhabbete dahil oluyoruz ve Ahıska Türklerinin konuşma dilinin İstanbul Türkçesiyle birebir aynı olduğunu, sohbetlerin de herhangi bir Türk köyünden farkı olmadığını gözlemliyoruz. Gözlemliyoruz dememe bakmayın birbirlerine Temel fıkrası anlatmalarından açıkça belli oluyor zaten. Sonrasında hep beraberce ikindi namazına geçiyoruz. Namazı kıldıktan sonra cemaatin yaşça büyük amcası siz misafirsiniz, duayı siz edin diyerek topu bize atıyor. Aklımızdaki surelerden bir kaçını okuduktan sonra mescidin bahçesine dönüyoruz. Dönmemizle beraber cemaat arasında tartışmalar başlıyor, bizi evlerine götürmek için kıyasıya yarışa giriyorlar. En son sabahtan borcumuzun bulunduğu Can’ın ailesinin evine gitmeye karar veriyoruz ve diğerlerine teşekkür ettikten sonra Canlara geçiyoruz. Gittiğimiz yer klasik bir köy evi aslında. En dışarda bahçeye açılan tahtadan bir kapı, kapıdan girdikten sonra oturma alanı, bahçe ocağı ve daha da ilerisinde meyve ağaçları; sol tarafta ise evleri bulunuyor. Bizi eve buyur ediyorlar ve oturma odasında bulunan sedirle çevrelenmiş masanın etrafına diziliyoruz. Biz Can, Can’ın babası, amcası ve mescit cemaatinden bizle gelen amcayla beraber sohbet ederken Can’ın annesi hummalı bir çalışmaya koyuluyor. İkramlar başlıyor: el yapımı börekler, kuru pastalar, meyve tabakları, şekerlemeler, kurutulmuş meyveler, drajeler, çikolatalar, hurmalar, gofretler, sıcak-soğuk içecek çeşitleri ve dahası. İkramların gelmesiyle beraber ısrar süreci başlıyor. Israrlara fazla direnemeyen daha doğrusu yapı itibariyle yemek yemeyi seven biz tıka basa doyuyoruz. Yaklaşık üç saat süren sohbetimizde Türk siyasetinden Kazakistan’da tarım ve hayvancılığa kadar her konuyu konuşuyoruz. Önemli yerlerden bahsedecek olursak Ahıskalı kan kardeşlerimizin rahatsızlık duyduğu olaylar mevcut. Evin amcası “Biz burada bir avuç adamız, yıllardır Türkiye’ye yerleşme iznine başvuruyoruz. İki milyon Suriyeliyi alıyorsunuz da bizi neden almıyorsunuz?” diyerek serzenişte bulunuyor. Üzerine ekliyor: “Vallahi biz Türk’üz, onlardan da daha Müslümanız !”. Diğer bir konu ise Türkiye’den geldiğini söyleyen yetkili kişiler… Evin amcası on senede bir Türkiye’den istihbarat personellerinin geldiğini, isteklerini sorduğunu ama hiçbir isteklerinin yerine getirilmediğinden dem vuruyor. İstekleri ise şu: mescitlerinin tavanı sağlam değil, Kazakistan’da ise kışlar sert geçiyor. Aylar boyunca cemaat kar ve yağmur altında namaz kılmak zorunda kalıyor bu yüzden mescitlerine bir çatı istiyorlar Türkiye’den. Bu vesileyle dünyada yaptıkları camilerden sık sık bahseden Diyanet İşleri Başkanlığımıza bir çağrıda bulunmuş olalım. Bahsetmem gereken son konu ise yine evin amcasından geliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kazakistan’a yapmış olduğu ziyarette köylerine yirmi dakika mesafede bulunan bir yere kadar ziyaret gerçekleştirdiğini ama tüm çağrılara rağmen oraya gelmediğinden bahsediyorlar. Açıkça söylemek gerekir ki Ahıska Türk’ü kardeşlerimiz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı seviyorlar; sevgileri bu konulardan dem vururken yüzlerine vuran hüzünden belli oluyor. Biz de üzerimizdeki tebliğ görevini gerçekleştirmiş olalım böylelikle.
Bizi çok derinden etkileyen bir hadise var. Evin oturma alanında duvarın en üstünde boncuk işlemeli, çerçevelenmiş bir Türk Bayrağı mevcut. O bayrak her zaman orada duruyor. Dahası bize bir sürprizi olduğunu söyleyen Can içeriye gidiyor ve elinde ütülü bir Türk bayrağıyla yanımıza geliyor. Annesi de diyor ki bizim sandığımızda Türk Bayrağı durur. İliklerimize kadar titriyoruz. Türkiye’den beş bin kilometre uzaklıkta bulunan Ahıska Türklerinin köyünde inandığımız davanın yüceliğine bir kez daha iman ediyoruz…
Akşam yemeği için bizi bahçeye davet ediyorlar. Daha önümüzdeki sofra dururken ve tıka basa doymuş haldeyken nereden çıktı bu yemek diye düşünürken evin babası akşam yemeği yemeden salmayız sizi diyerek bizi sofraya götürüyor. Sadece özel misafirlerine yaptıklarını söyledikleri at eti ve beraberindeki padişah sofrası bizi karşılıyor. Aslında padişah sofrası demek az gelebilir çünkü bu masada kuş sütü bile var. Çatlayana kadar yiyoruz, yiyoruz ve yiyoruz.
Çaylarımızı içip yanımızda getirdiğimiz hediyelerimizi verdikten sonra Türkistan’dan Almatı’ya gidecek olan gece trenimize yetişmek için izin istiyoruz. Amca tarafından evin gençlerine verilen emir sonucunda kendimizi arabada buluyoruz. Bavullarımızı taşımamıza dahi izin vermiyorlar. Unutulmaz bir anıyla beraber tren garına doğru yol alıyoruz. Bavullarımızı trene taşıdıktan ve tren hareket edip, trenin camlarından birbirimize el sallayışımıza kadar bekleyip oradan ayrılıyorlar. Tıpkı askere giderken anneye edilen, anneanne evinden ayrılırken anneanneye edilen, başka bir şehre giderken can dostuna edilen veda gibi; bir gün geri gelmek umuduyla…