Uçurumun Kenarından Tanrı Dağı’nın Zirvesine

Ali Emir Ataman

“İnsan uçurumun kenarına varmadan kanatlanamaz.” 20. Yüzyılın en önemli Yunan felsefecilerinden biri olan Kazancakis bu saptamayı o günlerin keşmekeşi sonucu bir buhran halinde mi yoksa kendi halet-i ruhiyesi sonucu mu yazdı bilemiyorum. Tıpkı bendenizin bu yazıyı neden kaleme almak istediğini açıklayamamam gibi…

Şartların bir nesneyi veya olguyu uçurumun kenarına getirmesi bazen o nesnenin veya olgunun kontrolü dışında gerçekleşebiliyor. Hatta çoğunlukla kontrol dışı olduğunu düşünüyorum. Ancak uçurumun kenarına geldikten sonra aşağı atlamak ile kanatlanıp uçmak arasındaki tercih özbenliğe kalıyor. Çünkü şartlar o duruma getirdiyse kendi benliğinden başka bir şeyin kalmamış demektir. Bu yüzdendir ki zayıf olanlar her zaman aşağı atlamayı tercih ederken içinde umudun zerresini taşıyanlar çok daha güçlü ayağa kalkmış ve kanatlanmıştır…

Öznel yorumları bir kenara bırakıp bu fikirleri gerçek hayatla bağdaştıracak olursak sanırım bu yazıyı neden kaleme almak istediğim sorusunun cevabına daha da yaklaşabiliriz. Ortak payede buluşabildiğim hemen hemen her insanın da benimle aynı hissi paylaştığını düşündüğüm bir konuşma var. “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş…” Yaşadığı toplumun buhranlı günlerine birebir tanıklık eden, sadece tanıklık etmekle kalmayıp türlü mücadelelerle o günlere meydan okuyan Atatürk bu şekilde betimliyordu memleketin hal-i ahvalini. O muhterem zat memleketin ahvaline bayrak olup dikilmekle kalmıyor aynı zamanda hayalindeki gençliğe sesleniyordu: “İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin!”.

Anadolu bitap düşmüş; millet namusuna, bayrağına, imanına ve tüm değerlerine durdurak bilmeyen saldırılar karşısında yeise kapılmıştı. Bir zat-ı şahane inancıyla ve imanıyla milleti umutla doldurana dek… Sonrası herkesçe malum: Kuvay-i Milliye orduları, Mustafa Kemal’e ve bağımsızlığa olan umutlarını bildiren dergi ve gazeteler, vatanı olmayanın imanı olmayacağı fetvalarını veren hocalar ve kendi üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmeye hazır olduklarını bildiren cemiyetler… Böylece bir millet ayağa kalkıyor, namusuna uzatılan eli kırıyor ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kuruluyordu… Doğan güneşle birlikte uçurumun kenarındaki ülke kanatlanıyordu…

Tüm bunları bir vatan-millet sevdalısının gözünden günümüze yorumlayacak olursak “uçurumun kenarında” olduğumuz gerçeğini inkar etmemek mantıklı olacaktır. Çünkü kanatlanma umudu yalnızca uçurumun kenarında olmayı kabullenmekten geçer. Gündelik siyasetin kalıplarına sıkışmış; sanattan, bilimden, kültürden uzak kalmış; bağımsız ve rasyonel düşünceye değer atfetmeyen; ideolojik saplantıda boğulmuş, zorunlu saygıya yakın zorunsuz sevgiye uzak ve en vahimi hayal kurmayan; özetle uçurumun kenarında çırpınan bir Türk Milliyetçiliği… Diğer yanda tüm bu yadsınamaz gerçeklere savaş ilan etmiş; içinde bulunduğu vaziyetin imkan ve şerâitini düşünmeyenler; ideallerini inancı doğrultusunda şekillendiren umutvarlar; alanında en donanımlı olmayı ilke edinmiş bilim adamı adayları; sanatın her dalında alan kazanmaya çalışan sanatkarlar; dijital dönüşümün parçası olanlar; yapay zekayla, sürdürülebilir enerjiyle proje üretenler; felsefe, sosyoloji, iktisat, medeniyetler tarihi üzerine çalışanlar; yayın dünyasında moderni yakalamakla uğraşanlar; özetle kanatlanıp uçmaya inanan ve hazırlanan bir Türk Milliyetçiliği…

Tıpkı Mustafa Kemal’in hayallerini süsleyen, uğruna hayatını heba ettiği ve mücadeleden bir adım geri durmadığı “…içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet…” ideali gibi her biri Mustafa Kemal’i başlıca idol olarak gören Türk milliyetçileri, hayallerini süsleyen, uğruna hayatını heba etmekten kaçınmayacağı ve mücadeleden bir adım geri durmayacağı “çağı yakalamış, söz ve irfan sahibi, donanımlı ve aksiyoner” Türk Milliyetçiliği ideali uğruna akıl terini akıtmayı bir an olsun bırakmamalıdır. Türk milliyetçiliğinin, Türk medeniyetini kanatları altına alıp Tanrı Dağı’nın zirvesine taşıyacağı günlere inancım Mustafa Kemal’in, Türk gencine olan inancı kadar kuvvetlidir. Umarım bendenizin bu yazıyı kaleme almak isteme nedenini yazarken bulduğum gibi sizler de okurken bulabilmişsinizdir. Yunan felsefeci Kazancakis’in sözüyle başladığım yazıya Türk münevveri Mehmet Akif’in şu sözleriyle son verelim:

“Hüsrâna rıza verme… Çalış… Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!”