H. Serra Yüksel-
Türkiye’de neden protesto kültürü olmadığı uzun müddettir zihinleri meşgul eden bir soru. Anayasal ifadesiyle demokratik, sosyal ve lâik bir hukuk devleti olan Türkiye’de de, her demokratik ülkede olduğu gibi yönetilenlerden, memnun kalmadıkları, münasip bulmadıkları veya yanlış olduğunu düşündükleri uygulamalara mukabil tepki göstermeleri beklenir. Ancak bizim ülkemizde bu kültürün çok zayıf olduğu yüz yıllık cumhuriyet tarihimizin şehadetiyle sabittir. Bu zayıflık, bizimki gibi temsili demokrasilerde sık rastlanılan bir durum değildir, bilhassa Avrupa ülkelerinde toplum, uygulanmasını istemediği en sıradan bir uygulamayı dahi eylem yapmak yoluyla, usûllerinin barışçıllığı mütalaaya açık olmakla birlikte, daha somutlaşmadan engellemekte yahut geri çektirmekte, bunlarda muvaffak olamasa bile istemediğini azimle göstermektedir. Türkiye’de ise istenmeyen uygulamalar sosyal medyada birkaç saat gündem olmaktan öteye geçememekte, gündem olduğu süre içinde ise verilen tepkiler yöneticiler üzerinde müessir olmamaktadır. Tepkilerin tesir derecesine bu yazının konusu olmadığı için değinilmeyecektir, ancak bu durum toplum ve yöneticiler nezdinde protesto kültürünün yerleşikliği ile alakalı bize ipucu vermektedir.
En önce, bizce düşünülmesi lazım gelen en temel mesele, Türk insanının yönetime müdahale etmeyi “haddi dahilinde” görmemesi olmalıdır. Zira demokratik bir cumhuriyette bu “haddini bilme” ciddi bir zihniyet sorunu teşkil etmektedir. Kendi eliyle yönetici koltuğuna oturttuklarından daha iyi bilemeyeceği, daha iyisini bilmiyorsa bile nedenini sorgulayamayacağı düşüncesi toplumumuzun hatırı sayılır bir kısmında hüküm sürmektedir. Bu kısım, kendisi sorgulamadığı gibi, sorgulamaya kalkanları da, “Bir bildikleri vardır,” benzeri cümlelerle azarlamaktadır. Bu durum, halkın yönetime katıldığı demokrasiler için gayri tabiidir, üstelik monarşi kokmaktadır. Cumhuriyetlerde “büyükler bilmez”, bilen ancak millettir; üstelik yöneticiler ne zillullah-ı fi’l arzeyn teşkil etmektedir, bayağı insanlar tarafından seçilmişlerdir, ne de mavi kan taşımaktadırlar. Topluma protesto kültürünün yerleştirilebilmesi için, evvela imparatorluk Türkiye’sinden kalma bu sorunlu düşüncenin düzeltilmesi elzemdir.
İlaveten, üstte mezkur gruba girmemekle beraber, protesto/eylem gibi, kamuoyunun yöneticiler üzerindeki denetim mekanizmasını işleten faaliyetleri daha baştan “yanlış” bulan ve umumen kendisini milliyetçi olarak tavsif eden bir kesim de mevcuttur. Toplumun bu grubuna hakim fikrin çatısını, yöneticilerin sorgulanamamasından çok, “devlet” mefhumunun kutsallığı teşkil etmektedir. Devlet, kutsal olduğu için onun kararlarına karşı gelinmez, ona hesap sorulmaz, adeta bir “baba” gibi telakki edilir. Aslında buradaki mesele, milliyetçiliğin toplum nezdinde benimsenmesiyle ortaya çıkan bir milliyetçilik yorumu olarak tarif edilebilecek “geleneksel milliyetçiliğin” devlet mefhumunu tanımlarken yaptığı bir hatadan kaynaklanmaktadır. Devlet mefhumunun “iktidar”, “hükûmet”, “yönetici” gibi mefhumlarla birleştirilmesi sonucu hasıl olan bu yanlışlık neticesinde, devleti kutsal gören bu kesim, aslında yöneticilerin uygulamalarından memnun olmasa da, inançlarını ezip geçemeyeceği için tamamen duygusal sebeplerle tenkit mekanizmasını işletemez, ve işletememektedir.
İkinci olarak, toplumda hüküm süren ümitsizlik, protesto kültürünün körelmesine sebebiyet vermiş olabilir. Yönetici sınıfın toplumu bir şekilde işitmemesi, işitse dahi görmezden gelmesi, mevzubahis kültürün taşıyıcısı olan kişilerin bir şeyleri değiştirmeye dair şevkini kırmaktadır. Bu düşünceye bizi nihayet sevk eden de, yakın zamanda gündemimize gelen ve vicdan sahiplerini son derece müteessir eden Çin ile Türkiye arasında imzalanan ve muhatabın talebi halinde Uygur Türklerinin Çin’e iadesi ihtimalini de gündeme getiren suçluların iadesi antlaşmasının Çin Ulusal Konseyi tarafından kabul edilmesi hadisesidir. Çin tarafının antlaşmayı onaylamasından sonra, sıra bizim meclisimize gelmiştir. Bu husus, herkesin bildiği gibi sosyal medyada Türkiye gündemine yerleşmiştir. Ancak tepkileri muhteva eden yazıların üslûbunda ekseriyetle ciddi bir “yalvarma” görülmüştür. Bu üslûp da bizi, toplumda “Zaten bizim istediğimizi yapmayacaklar” düşüncesinin hakim olduğu neticesine vasıl etmiştir ki, oldukça fazla sayıdaki vatandaşın yazısında bu çıkarım açıkça ifade de edilmiştir.
Nihayet olarak, Türkiye’de gerçekleştirilen az sayıdaki protestoya bölücü grupların katılımı protestocuları tedirgin etmektedir. Zira bu grupların iştiraki ile hem eylem meşruiyet ve barışçıllık hududunun dışına taşmaktadır, ki bu durum aynı zamanda şikayetlerin masumiyetini kaybetmesi ve dinlenmemesi neticesini doğurmaktadır, hem de iyi niyetle bu işe teşebbüs etmiş protestocuların da yöneticiler tarafından terör veya ihanet gibi kavramlarla itham edilmesinin yolu açılmaktadır. Bu ağır suçlarla itham edilme tehlikesi, namuslu vatandaşlar için bir korku vesilesi haline gelmektedir ki, bu korku, anayasal bir hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak hakkının pasif yollardan haleldâr edilmesinin önünü açmaktadır. Bu şekilde, hem yöneticiler, hem de toplumun medya eliyle sürüklenen belli bir kesimi tarafından terörist/maşa/hain gibi, her Türk için tahammülü gayri kabil sıfatlarla etiketlenmek korkusu hakimken, alttan ve üstten şedit bir mobbinge maruz kalacak vatandaşlardan hür bir biçimde eylem yapmasını, eylem yapanların da müessir olacak derecede kalabalık olmasını beklemek, maalesef, en hafif tabirle hayalperestlik olur, düşüncesindeyiz. Bu düşünceye bizi sevk eden de dün Boğaziçi Üniversitesi’nde, rektörlerin atama ile göreve getirilmesi usûlüne mukabil gerçekleştirilen eylemde hasıl olan hadiseler olmuştur. Bu paragrafın başında da bahsettiğimiz gibi, oldukça sağlıklı başlayan eyleme DHKP-C’li teröristlerin ve siyasi parti başkanlarının intikali ile DHKP-C’lilerin halay çekip bölücü slogan atmaya başlaması üzerine eylem sükunetini kaybetmiş, protestocuların arasına karışmış örgüt mensupları kolluk kuvvetleriyle çatışma durumuna girmiştir. Bunun neticesinde, o sırada üniversite kampüsünde uygulamayı protesto etmek üzere bulunan diğer gençler de anarşistlerle aynı kutuya konulmuş ve maalesef gazetecilerin hışmına ve terör ithamlarına uğramıştır. Her ne kadar iyi niyetli eylemcilerin, aralarına karışmış ve anayasal hürriyetlerin kullanılmasını istismar eden bölücü terör örgütü mensuplarını şiddetle dışlaması hayli elzem olsa da; hiç olmazsa toplumu temsil edenlerin, namuslu vatandaşlar ile teröristleri tefrik etmelerinin topluma karşı vicdani bir mükellefiyet olduğunu burada ayrıca belirtmek isteriz. Bilnetice, bu müteessir hadisenin de bizlere öğrettiği; korkunun, ve bir şeylerden rahatsızlığını dile getiren hemen herkesi ihanet ile itham etmek paranoyasının da ilk paragrafta bahsettiğimiz zihniyet gibi üstesinden gelinmesi elzem olan bir diğer meseleler olduğudur.
Türk toplumu, tenkit ve protesto kültürünü yerleştiremediği ve herkesin aynı düşünmeyebileceği önkabulünü zihninin müstesna bir köşesine iliştirmediği; yöneticiler ise toplumu işitmeyi öğrenmediği ve oturdukları koltuklara onları kimin oturttuğunu hatırlamadığı müddetçe Türkiye’de demokrasi, anayasa kitapçığına nakşedilmiş süslü bir çiçek olmaktan öteye geçemeyecektir.
3,243 Toplam Görüntülenme